24 Aralık 2010 Cuma

A.P.'nin Katili Yalnızca Kocası Mı?

Ankara'da A.P.'yi döven, tecavüz eden, bıçak zoruyla kaçıran, evine gidip tehdit eden ve sonunda öldüren eski kocası, tutuklandı. Peki ya İ.Y.'yi mahkemede serbest bırakan hakime, A.P.'nin suç duyurusuna rağmen İ.Y.'yi gözaltına almayan, koruma kararı vermeyen savcıya ne olacak? (Burçin Belge)


Ankara'da A.P.'yi sokak ortasında bıçaklayarak öldüren eski eşi tutuklandı. İ.P.'nin can güvenliği bulunmadığı için savcılığa suç duyurusunda bulunduğu ve iki kez koruma istediği ancak savcılığın İ.Y.'yi gözaltına almadığı, mahkemeninse koruma talebini "aralarında evlilik bağı kalmadığı" gerekçesiyle reddettiği ortaya çıktı.

Dövdü, tecavüz etti, kaçırdı, tehdit etti, öldürdü

Habertürk gazetesinin haberine göre, A.P. (42), 2006'da İ.Y.'den (45) boşanmak için dava açtı, aile büyüklerinin araya girmesi üzerine davasından vazgeçti.

2009'da İ.Y., A.P.'yi önce dövüp sonra da tecavüz etti. "Cinsel saldırı" suçuyla çıktığı mahkemede "Eşimi çok seviyorum, pişmanım" deyince tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Çift Haziran 2010'da da boşandı.

İ.Y., iki ay önce A.P.'yi bıçak zoruyla kaçırdı. Barışmayı kabul etmezse A.P.'yi öldüreceğini söyledi. Birkaç gün sonra iki arkadaşıyla birlikte A.P.'nin evine gidip ölüm tehditlerini yineledi.

A.P., savcılığa suç duyurusunda bulundu, "Hepimizin hayatı tehlikede" diye dilekçe verdi. Savcılık ise Yetkin'i gözaltına almadı; sadece Paşalı'yı evine polis otosuyla gönderdi.

A.P. bu kez de avukatı Elif Kabadayı Tatar aracılığıyla mahkemeye başvurarak "koruma" talebinde bulundu. Mahkeme, aralarında evlilik birliği kalmadığı gerekçesiyle bunu reddetti.

İ.Y., 7 Aralık'ta A.P.'yi 10 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Bir arkadaşının evine saklanan zanlı, arkadaşının polisi araması üzerine yakalandıktan sonra tutuklandı.

İ.Y. ilk değildi
Şeyma Güneş (17), Mediha Baştürk (19) ve Sıdıka Platin (30) de ailelerinden ve eşlerinden şiddet gördükleri için sığınmaevine başvurdukları halde korunamamıştı. Şeyma'yı kardeşi, Mediha'yı kocası öldürmüştü. Mediha'yı kocasıyla polisler barıştırmıştı. Sıdıka ise hastaneye, kulağını kesen kocasına mahkeme kararıyla teslim edildikten yalnızca altı ay sonra hhem de komada dönmüştü.

Üstelik onlar yalnız değildi, yalnızca gazetelere haber olduğu için not edebildiklerimizdi.

bianet'in gazetelere, internet sitelerine ve ajanslara yansıyan haberlerden derlediği çeteleye göre, erkekler 2010'un ilk 11 ayında en az 199, 2009'da 198 kadını öldürdü.

Yaşananlar gösteriyor ki, Türkiye'de devlet kendisine sığınan kadınları koruyamıyor. Devlet görevlileri, can güvenlikleri bulunmadığı için korunma talep eden kadınları şiddet ortamına geri gönderiyor. Hakim ve savcılar erkekleri koruyan kararlar verdikçe, kadınlar ölüyor.

Oysa kadınlara güvenli bir hayat sağlamak, Anayasa'ya, yasalara ve uluslararası sözleşmelere göre, devletin görevi.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Haziran 2009'da kocasından şiddet gören Nahide Opuz'un başvurusunu "devlet tarafından korunmadığı" gerekçesiyle haklı bularak Türkiye'yi tazminata mahkûm etmişti.

Kararın ardından İçişleri Bakanlığı ile Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı arasında bir protokol imzalanmıştı. Protokole göre, kadın karakola gittiğinde şiddeti belgelemesi beklenmeden tutanak tutulması, eve gitmek istemezse sığınağa yönlendirilmesi gerekiyor. Ancak protokol hayata geçirilemiyor.

Ankara'da eski eşi A.P.'yi döven, tecavüz eden, mahkemede "pişmanım" deyince serbest bırakılan, bıçak zoruyla kaçırıp ölümle tehdit eden, kapısına dayanıp "Benimle barışmazsan öldürürüm" diyen ve sonunda dediğini yapan İ.Y. yakalandı.

Erkeklerse kadınları öldürmeyi sürdürüyor. Peki ya görevlerini yerine getirmeyen, kadınları korumayan polis, savcı ve hakimlere, kadına yönelik şiddetin önlenmesini sistemli bir devlet politikasına dönüştürmeyen devlet yetkililerine ne olacak? (BB)

Kaynak:http://bianet.org/bianet/kadin/126797-a-p-nin-katili-yalnizca-kocasi-mi

14 Aralık 2010 Salı

O Öğrenci "Kız Çocuğu" Değil, Bir Kadın

Bir genç kadının talihsiz bir vesileyle jinekolojik masaya yatışının hikâyesini keşke bir öğrenci hareketinin içinden seçilmiş asıl hikâye olarak okumasaydık. Zira, bu hareket başkasına gerek kalmadan kendi kahramanlarını kendisi çıkarmaya muktedir görünüyor.

Nilüfer ZENGİN

Hepimizin malumu, Başbakan Dolmabahçe'deki ofisinde rektörlerle toplandığı sırada, YÖK'ü protesto etmek isteyen öğrenciler... "şiddete maruz kaldı" falan demeyeceğim, polisten sille tokat dayak yedi. Politik doğruculuğu bir an bir kenara koymama izin verin. Dayak "yenilen" bir şey değildir biliyorum, fakat bu biçimde ifade etmeyince, terminoloji "orantılı şiddet", "orantısız şiddet" gibi terimlerle siyasi olarak pelteleşmeye, gevşemeye yüz tutuyor. Oysa sille tokat dayağın azı çoğu, oranı orantısızlığı olmaz. Olamayacağını herkes söylüyor, polise arka çıkanlar bile...

Medyanın zalimliği
Milletin çocuğunu dövdüler... Bakıyoruz Başbakan ne diyor diye? Hükümetin başı polisin öğrenciye karşı tek taraflı, meşrulaştırılamaz şiddeti karşısındaki tavrını apaçık ortaya koyuyor: "Emniyet bu tür bir organizasyonun güvenliğini tesis etmekle mükellef" dedi. Mevzu bahis güvenlikse, çoluk çocuk teferruattır diyor ki, aslında demek istediği şey bundan bile korkunç. Başbakan aslında "Baltalar elimizde, uzun ip belimize, biz çıkarız ormana hey ormana" demiş oluyor. "Önümüze gelen bir tekme" de diyebiliriz. Başbakan sanki o gün, YÖK'ü, üniversitelerin birer panopticon (herkesin gözetimine açık, ancak hiçbir görüş açısı olmayan hücre modeli) haline getirilmeye çalışılmasını beğenmeyip, protesto etmek isteyen öğrencilerin Başbakanı değilmiş de, polislerin amiriymiş gibi konuşuyor. Medyada "Canım onlar da hak ettiler" cümlesiyle özetleyebileceğimiz, Tamer Doğan'ın bianet'te yayınlanan Cemaatin Medyası, Polisini Sahipsiz Bırakmaz yazısında çok güzel tasvir ettiği "kayıtsız" ve "zalim" tavır, hâkim tavır. Diğer tarafta AKP bir ezilene (öğrenci/kadın/çocuk ama eşcinseller asla) vurduğunda bunu AKP karşısındaki özlü söz gevezeliğinden ileri gitmeyen muhalefetlerine bir argüman oluşturma fırsatına çeviren sosyal demokrat naivliğindeki medya tavrı var. Gazetelerin isimlerini saymama gerek yok. Resim üç aşağı beş yukarı böyle.

Ece Temelkuran'ın şefkati
Bunların yanında bir de Ece Temelkuran'ın tavrı var, içtenlikle öğrencileri savunan, sosyal demokrasi kategorisinde ele alamayacağımız ancak bana kalırsa kendisine mesafe ile yaklaşmaktan hala vazgeçemeyeceğimiz...Ece Temelkuran polisin döve döve karnındaki bebeği düşürdüğü ve kim bilir onurunu ne kadar derinden incittiği bir genç kadının, öğrencinin hikâyesini yazmış. Okurken burnunuzun direğinin sızlamaması mümkün değil. Temelkuran, onunla İnsan Hakları Derneği'nde geçirdiği zamanı ve aralarında geçen konuşmayı hikâyeleştiriyor, öfkesinin, üzüntüsünün, isyanının yazdığından fazlası olduğuna zerre kadar şüphe barındırmayacak bir içtenlikle. Şöyle yazıyor: "19 yaşında. Boyu 1.55 var yok. Yüzü yuvarlacık. Tatlıcık bir ses tonu var. Kahraman, küçük bir kız çocuğu. Kaşık kadar. 'Dayanamazlar' diyor. 'Babam çok üzülür. Annem çok üzülür. Sonra akrabalarımız var, onlar da belki kızar. Belki beni görmek istemezler artık. Onları çok üzerler benim yüzümden. Sonra belki... Yani dayak olmaz da... Yine de...'" Bu paragrafla birlikte artık öğrencilerin kitlesel olarak uğradığı zulüm ve peşinde koştukları taleplerden duygusal olarak bir parça daha uzaklaşıyoruz, "kahraman" "kız çocuğunun" hikâyesinin duygusal derinliğine dalıp gidiyoruz.

Patriyarkanın kız çocuğu şapkası
Aman dalıp gitmeyelim! "Neden?" diye soralım. Sırf gebe olduğu için, protesto eylemine gitmekten vazgeçmek aklına bile gelmeyen güçlü ve bağımsız bu genç kadından neden ısrarla kız çocuğu diye söz ediliyor? Kabul, "kız çocuğu" son derece sempatik, şefkat içeren, koruyan, kucaklayan, cazip vs bir sesleniş. Ancak kadınların yerine göre "anne", yerine göre "eş", yerine göre "fahişe", yerine göre "dul", yerine göre "bacı" olmaya ve başka da bir şey olmamaya zorlandıkları patriyarkal düzenin diğerlerine göre daha saf görünen kız çocuğu şapkasına böylesine tutunmak niye? Feminist teori en önce kadının, ne toplumsal normlara ne de biyolojik kadere mahkûm olduğunu söyler. Kız çocuğu olmak da tıpkı "hanım" ya da "bayan" olmak gibi, "kadını erkeğe göre daha güçsüz, erkeğin korumasına muhtaç ve böyle olduğu için korunmaya kollanmaya muhtaç" kılmaya hizmet eden sınıflandırmalardan biridir. Hadi biz bir gemide olsak ve o gemi batıyor olsa, "kız çocuğu, kız çocuğu" diye bağıralım ama durum o da değil.

Çocuk düşüren "kız çocuğu"?
Ortada feminizmle ortak talepleri de olan bir toplumsal mücadele söz konusu. Dolayısıyla derhal kendimize gelmemiz "kız çocuğu" terimini terk ettikten hemen sonra, aslında bir gebeliğin şiddet nedeniyle sonlanması durumunda, yitip giden cenin bebeğin ardından ağıt yakmanın kadınları "doğurganlık dolayısıyla" kutsallaştırmaktan başka bir şey olmadığını görmeliyiz. Boşuna yazmıyor Simone de Beauvoir kadını yok sayan batı ataerkilliğinin, doğum anının erkeği büyülediği andan başladığını. Öte yandan çocuk düşüren kız çocuğu söylemiyle, karşılığında liberal-muhafazakâr-iktidar yanlısı (yalnızca AKP değil her türlü iktidar) medyanın eline de diğer "hayta oğlanları" "kız çocuğundan" ayırt etme fırsatı vermiş oluyoruz: "Polis tamamen haklıydı ama bu kız çocuğu olayı olmamalıydı, evet!".

Talepleri ve hakları için, hamilelik gerekçesiyle kendisini protesto eylemine katılmaktan ala koymayarak rasyonel gücünü ortaya koymuş, bağımsız, bir genç kadından "kız çocuğu olarak" söz etmekte direterek, ne öğrenciye şiddetin hesabını sormuş oluyoruz, ne feminizm yapmış oluyoruz, ne de bu genç kadına bir hayrımız dokunuyor.

Trajedi olayın kendisi aşınca
Ece Temelkuran'ın yazısına dönelim: "İnsan Hakları Derneği'nin bir odasında yalnız başına bir kız çocuğu, bir kadının başına gelebilecek en korkunç şeyi yaşamış, polis tekmeleriyle bebeği düşürülmüş, bu dünyada bir başına duruyor ve... Kız çocukları niye böyle Allah'ım? Niye hâlâ başkalarını düşünür bir kız çocuğu acıdan rahmi sızlarken!"

Temelkuran'ın içtenliğinden ve yakıcılığından bir an bile şüphe etmeyeceğimiz üzüntüsü, öfkesi, isyanı, ne yazık ki, siyasi olarak kimi sorunlar teşkil etmeye devam ediyor.. Çünkü burada bir "trük" kendini sahneye koyuyor: Polisin kasıklarına (bence hemen tüm haberlerde "kasık" diye ifade edilen yerler herhalde rahim, karın, cinsel organ ve çevresi) attığı tekmeler, savurduğu cop darbeleriyle bir genç kadın bebeğini kaybediyor. Bu arada bu genç kadının zaten kendiliğinden çok trajik olan hikâyesini yeniden, daha fazla trajikleştirerek hikâye etmek, serinkanlılıkla neredeyse bin öğrenciye meydan dayağı çekilmesi, itilip kakılması dramına perde çekiyor. Sanıldığı gibi, bu olayın sahiden en üzücü ve en trajik parçasına büyüteçle bakmak ve orayı kocaman kılmak polisin hiçbir biçimde meşrulaştırılamayacak şiddetine daha fazla dikkat çekmiyor. Trajedi olayın kendisini aşıyor.

Bu, Taksim'de mendil satan çocukların durumunu bir çocuk hakkı ihlali, bir yoksulluk sorunu olarak tartışmak yerine, içlerinden birinin içler acısı hikâyesini, eski Reha Muhtar haberleri tarzında takdim etmekten farklı değil. Bildiğimiz gibi, bugün polisin öğrenciye kalkan elini, dirseğinden destekleyen kapitalizm kendine karşı pseudo (gerçek olmayan) tuzaklar kurar ve kendisine yönelik kalkışmaları bu tuzaklarla elemek ister. Yoksulluğu yürek parçalayan tekil örneklere indirmek, bu temsillerden hareketle kurulan yardım dernekleri vs bu tuzaklardan birkaçıdır. Son zamanda medyada "yazının, haberin şehveti" diye şıklaştırılan olay da budur zaten.

O genç kadının bebeğinin ardından ağlamak bırakalım kendisine kalsın, biz o bebeğin cesedini bir kutuda kendisine teslim eden elin, o bebeği cesede çeviren tekmenin sahibine dil uzatalım. İkisini birbirine karıştırmayalım, önce adalet sonra dram. Ağıtlar, savaşların, kalkışmaların ardından yakıldığında hep isimsizleri daha isimsiz yapar, trajediyi derinleştirmeye yarar.

Hamile olmayan ve o gün orada, aynı şekilde şiddete uğrayan tüm öğrenciler de en az bebeği karnında ölen öğrenci kadar şiddeti bedenlerinde duydular. Temelkuran'ın yazısının bunun aksini iddia ettiğini söyleyecek değilim. Ancak yazıdan küçük bir alıntıyla devam ederek başka bir şey söyleyeceğim:"[...] 'Belki bebeğim olmaz benim' diyor. Gözleriyle bana soruyor, sanki 'Olur' desem iyi gelecek. Birileri iyi bir şeyler söylesin istiyor. Yarın muayene olacakmış yeniden, söyleyeceklermiş bir problem var mı diye. 'O masaya yatmak istemiyorum bir daha' diyor. 'Çok kötü bir şey. Çok kötü oldum ben.' Sonra yine başkalarını düşünüyor: 'Bir kadın daha vardı. Onun da kasıklarına vurmuşlar hep. Belki onun da çocuğu olmaz.' Yine bakıyor yüzüme. İstiyor ki 'Yok öyle şey. Herkesin, senin de güzel bebeklerin olacak' diyeyim. Şuncacık bir kız, annesi bile yok yanında, şimdi tanıştığı bir 'abladan' iyi bir şey duymak istiyor. Temelkuran hikâyeye can alıcı bir yerden katıyor. Ona emin olmadan "çocuğun olur merak etme" bile diyemiyor, o derecede hassaslaşıyor, onun "ablası" oluyor.

Bu arada biz Dolmabahçe meydan dayağının çoktan kilometrelerce uzağına düştük, acılı anılara daldık bile. Ama bir dakika öyle hemen kendinizi koyuvermeyin, bu çocuk lafını söyleyecek, çünkü:

"Ne yazayım?" diye soruyorum, "Söyle ne istersen onu yazayım."

"Bilmem ki" diyor. "Siz bilirsiniz."

"Boş ver sen şimdi" diyorum. "Söyle, ne istersen onu yazacağım."

Ne isterse o yazılacak, yazılmasına da, genç kadının trajedisinin üstüne tırmanıp, orada kendine ışıltılı bir aynadan bakmayı nasıl açıklayacağız? İktidar, her zaman Marksist analizin bize görünür kıldığı, sınıf çatışmasının ürettiği devlet iktidarı olmayabiliyor. Bir de "söyle, ne istersen onu yazayım" iktidarı var. Bu, Foucault'nun teorileştirdiği, her an her yerde bir işleyiş biçimi olarak kendini dayatan iktidar türü. Bu genç kadın, bütün diğer öğrencilerle birlikte kendi sözünü kendisi söylemek için yedi o tekmeyi rahmine, kendi sözünün haysiyetini de bedelini de sahiplenmek için eline tutuşturdular bebeğini bir kutuda. Biz Ece Temelkuran'ın gönlüne sığmayan iyiliği ve cömertliğini görebilelim diye değil.

O güzelim kadına giden bebeğini geri getirmek istediğinden bir an bile şüphe duyamayız. Ancak enikonu yıllardır yaptığı köşe yazarlığının ona kattığını varsayabileceğimiz deneyim, bu genç kadının acısının, o genç kadının acısının önüne geçmek iştahını bastırabilmesini sağlamalıydı.

O bebeğini kaybetti, hepsi rahmine, hayâlarına tekme yediler, ağızları burunları kırıldı, erkek devletin erkek tekmeleri canlarını acıttı. Haysiyetli davrandılar, geri basmadılar. Günlerdir televizyon kanalları onları buyur ediyor. Neden biliyor musunuz? Öğrencilerin mücadelesine destek için değil, akan kan, düşen bebek ve bu rahim edebiyatından sebeplenmek için. Kansız öğrenci gösterileri yer bulabildi mi o programlarda? Mümtaz'er Türköne diyor ya, "Onlar konuşulmak için bunu yapıyor" diye. Hayır, onlar konuşulmak içi dayak yemediler ancak "dayak"sız ve "şiddet"siz bir hak arayışının ciddiye alınmadığını bir kere daha gördük.

Bir genç kadının talihsiz bir vesileyle jinekolojik masaya yatışının hikâyesini keşke bir öğrenci hareketinin içinden seçilmiş asıl hikâye olarak okumasaydık, zira istimini tutturmuş yürüyüp gidecek gibi görünen -sönümlense bile bu onu değersiz kılmaz- bu hareket başkasına gerek kalmadan kendi kahramanlarını kendisi çıkarmaya muktedir görünüyor. (NZ)

kaynat: Bianet http://www.bianet.org/bianet/genclik/126551-o-ogrenci-kiz-cocugu-degil-bir-kadin?sms_ss=facebook&at_xt=4d074c289ee6ad2b%2C0

26 Kasım 2010 Cuma

KAMER'den Başbakan'a açık mektup

KAMER'den Başbakan'a açık mektup

KAMER Vakfı Başkanı Akkoç 25 Kasım nedeniyle Erdoğan'a kamuoyuna açık mektup göndererek, Güneydoğu'da yaşayan kadınların sorunlarına dikkat çekti



Kamer Vakfı Başkanı Nebahat Akkoç'un Başbakan'a başlıklı mektubu aynen şöyle:

Bizler Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin 23 ilinde kadının insan hakları konusunda çalışan farklı özelliklere sahip kadınlarız.

Kendisini Türk, Kürt, Arap, Zaza, Azeri olarak tanımlayanlarımız var. Farklı inanç gruplarından olanlarımız, baş örtülülerimiz, baş örtüsüzlerimiz var.
Bizi buluşturan şey bütün farklılıklarımıza rağmen kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarımızın aynı olması.

1997 yılından bu yana kadına yönelik şiddet, namus adına işlenen cinayetler konusunda son derece yorucu ve tehlikeli bir çalışma yürütmekteyiz.
Hükümetiniz döneminde sağlanan yasal değişiklikler, çıkarılan genelgeler bizim için son derece önemli oldu.

Ama tüm bu olumlu değişikliklere rağmen zihniyet değişikliği sağlanmadıkça kadınların şiddet yaşamaya, öldürülmeye devam edeceğini biliyoruz.
Nitekim 2010 yılı boyunca 400 civarında kadının öldürüldüğünü hep birlikte basından takip ettik.

Yine 2010 yılı içinde öldürülmek üzere iken kadın merkezlerimize başvuran 100 civarında kadın hayatta kaldı. En büyük sıkıntımız özellikle yetki ve sorumluluk sahibi insanların cinsiyet eşitliği konusundaki geleneksel zihniyetleridir.

Bu mektuba yazdıklarımızı 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Son Günü’nde sizinle yüz yüze görüşerek anlatmak istemiştik ama yoğun programınız nedeniyle mümkün olmadı.

Son zamanlarda çeşitli platformlarda dile getirdiğiniz görüşleriniz ile ilgili düşüncelerimizi hem size duyurmak hem de kamuoyu ile paylaşmak istedik.

Biz kadın ve erkeklerin hak ve fırsatlar anlamında eşit olduğunu savunmaktayız.

Ama kadın ve erkeklerin fiziksel anlamda eşit olduğunu hiçbir zaman savunmadık, böyle bir eşitlikten bahsedildiğini de hiç duymadık.
Kadın ve erkeklerin fiziksel eşitliği söz konusu olamayacağı gibi kadınların veya erkeklerin kendi cinsleri içinde de fiziksel eşitliğinden bahsedemeyiz. Yaradılış olarak birbirinin aynı iki insan bulmak mümkün değildir.
Biyolojik farklılıklar nedeniyle erkeklerin çocuk doğurmasını ya da emzirmesini beklemiyoruz.

Ama kadın ve erkeklerin eşit haklara sahip olmaları gerektiğini, anne ve babaların çocuklarının bütün sorumluluklarını eşit olarak üstelenmeleri gerektiğini, kadın ve erkeklerin kendi kararları doğrultusunda yaşamaları gerektiğini savunuyoruz.

Her gün onlarcasına şahit olduğumuz kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin son bulması için kadınların ve erkeklerin ortak mücadelesine ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.

Fakat siz eşitlikten ziyade eşitsizliğe vurgu yaptıkça, biz kadına yönelik şiddet konusunda çalışmakta zorlanıyoruz.
Yıllardır hiç durmadan çalışarak araladığımız kapılar yeniden kapanmaya başladı.

Kadınlar güçlenmeden eşitlik hedefine ulaşılamayacağını biliyoruz.
Şiddetin panzehirinin “güç” olduğuna inanıyoruz. Bizim “güç” ten kastımız kaba kuvvet, silah ya da tek başına para değil.

Biz “güç” derken bilgiden, beceriden, ekonomik özgürlükten bahsediyoruz. Yüzyıllardır eğitim, seyahat, çalışma hakkımız gasp edildi. Okuyup öğrenemedik, görüp öğrenemedik, çalışıp öğrenemedik. Güçsüzleştik. Biz güçsüzleştikçe şiddet arttı, şiddet arttıkça biz güçsüzleştik.

Özgüvenimizi kaybettik. Bize kalkan eli, bize doğrultulan silahı tutup indirecek gücü bulamadık.

Şimdi de bizim güçlenmemizden korkulduğunu görüyoruz. “Biz güçlenirsek toplum yozlaşırmış. Biz güçlenirsek aile yapısı bozulurmuş.”
Bu endişelerin kadınların ikincil durumunu muhafaza etmeye yönelik çabaların ürünü olduğunu, biz güçlenmeden ne ailenin ne de toplumun güçlenemeyeceğini biliyoruz.

Biz kadınlara pozitif ayrımcılıktan yanayız ve “kota”yı savunuyoruz.

“Kota”ya karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Çünkü sadece cinsiyetinden dolayı kadınlara öncelik tanınmasını istemediğinizi belirtmişsiniz.

Bizim de nihai hedefimiz bu. Ancak ne zaman ki kadınların sadece cinsiyetlerinden dolayı yaşadıkları ayrımcılık, şiddet ve cinayetler son bulur işte o zaman “kota”dan bahsetmeye gerek kalmayacak.

Ama tüm bu acı gerçekler orta yerde duruyorken “kota”ya karşı çıkmak ne yazık ki eşitsizliği perçinleyen bir tavır olmaya devam edecektir. Bugüne kadar eşit hak ve fırsatlardan faydalanamamış olanları aynı kulvarda yarıştırmak haksızlıktır.

"KRALLAR VUR DEYİNCE KRALCILAR ÖLDÜRÜYOR"

Bu cümleyi “teşbihte hata olmaz” düşüncesiyle kullandık. Ne size kral, ne de kimseye kralcı demek istiyoruz.

Ama siz kotaya karşı çıktıkça, siz (fiziksel de olsa) eşitliğe inanmadığınızı sık sık vurguladıkça herkes söylediklerinizi anlamak istediği gibi anlıyor ve biz çalışırken zorlanıyoruz.

Son yıllarda rejim değişikliği için harcadığınız çabayı umutla izlemekteyiz.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yıllardır süregelen siyasi şiddet, yoksulluk ve feodal yapı, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün 2008 yılında yaptırdığı Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’nın da gösterdiği gibi bu bölgedeki kadınları Türkiye’nin genelinin de ötesinde boyutlarda şiddete maruz bırakmaktadır.

Kadınlar “dil”den kaynaklanan iletişimsizlik nedeniyle haklarından habersiz kalıyorlar, birçok kamu hizmetine erişemiyorlar.

Merkezlerimize başvuran kadınların yaklaşık yüzde 55’i okur yazar değiller, yaklaşık yüzde 38’i hiç Türkçe konuşamıyor.

“Anadil” konusu siyasi bir talep değil bir insan hakkıdır.

Kadınlar çapraz bir baskı altında ne anadilleri ile ne de anadilleri dışında bir dil ile okur yazar olamadılar, anadilleri dışında bir dil ile iletişim kurmayı öğrenemediler, herkesin doğuştan sahip olduğu temel insan haklarından yararlanamadılar.

2006 yılında yayınlanan ve “Başbakanlık Genelgesi” olarak tanınan “Kadın ve Çocuklara Yönelik Şiddet ile Mücadele Genelgesi” cinsiyet eşitliği sağlama konusunda önemli bir adım olabilecek bir düzenlemedir. Fakat uygulamada ciddi sorunlarla ve dirençle karşılaşmaktayız. Bu genelgenin tarif ettiği rol ve görevlerin yerine getirilmesi için gerekli tedbirlerin alınması kadınların şiddet yaşamasını, öldürülmesini önleyecek önemli bir gelişme olacaktır.

Kadınların sorunlarının ve bu sorunlara yönelik çözümlerin tarif edilmediği bir demokratik açılım sürecinin başarılı olabilmesinin mümkün olmadığını düşünmekteyiz."


Kaynak:Kazete(http://www.kazete.com.tr/haber_detay.php?hid=9628)

25 Kasım 2010 Perşembe

Bu "O"nun Hikayesi

Yarı baygın bir kadın, bilmediği bir odada. Odaya giren çıkan erkeklerin haddi hesabı yok. Bu, o odadaki, yarı baygın kadının hikâyesidir. Bu 25 Kasım'da yüzleşelim istedim bazı gerçeklerle.

Elif DUMANLI

Bu yazıyı, ben ve O, eylemleri ile cinsel şiddete maruz kalmış kadınlara güç ve destek veren Feministbiz'e ithaf ediyoruz.

Başlıyorum. Hikâyesini daha önce belli aralıklarla telefonda dinlemiş, boşluk kalan yerlerde de soru sorarak yazılı olarak istemiş, öğrenmiştim. Sorgulamam bitmedi bir türlü. Yüz yüze görüşme fırsatı bulduğumda da ağlamadan ve ağlamasına da izin vermeden dinledim. Alman devletinin katlettiği kadın yoldaşımız Ulrike Meinhof'un "Üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim" sözü, duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyor. Ağlamak mı? Belki... Ama öfkeli olmayı yeğliyorum, mücadele için.

"Tecavüz hiç aklıma gelmedi"

Toplu tecavüzü planlayan erkek meslek sahibidir. Saygın bir yeri vardır toplum içinde. Genellikle tecavüzcü erkeklerin fakir, cinsel hastalığı olan sapkın tipler olduğu sanılır. Öyle sanılması isteniyor özellikle ve bizler yüzleşmek yerine bu istenilen algının tuzağına düşeriz kolaylıkla.

Geçelim tecavüz gününe. Sıradan bir gündür. Hep birlikte okey oynanır. Bir ara biri, akşama bir parti verileceğini, bir erkek gruplarının olduğunu, bu partiye kendisinin de gelmesini isterler. "Erkek grubu" sözünü kapatmak ister diğer bir erkek. Gereksiz yere gizli şeyler anlatılmaktadır. Sinsi gülüşlerden rahatsız olur. Akşam çalıştığı için gelemeyeceğini söyler. Erkekler ısrarcıdır.

"Aklıma hiç tecavüz gelmedi. Özellikle de toplu. Erkek grupları olduğunu söylüyorlardı. Anlayamadım tabii. Hepsi de evli, saygın tipler. Hepsinin de toplanıp bir kadına özellikle de bana tecavüz edebilecekleri hiç aklıma gelmedi. Nasıl gelsin ki, oturmuşuz adamlarla eşlerinden, çocuklarından konuşuyoruz."

"Hiyerarşik tecavüz"

İçtiği son çaydır. Kalkacaktır. Akşam çalışacağı için biraz dinlenmesi gerekmektedir. Kalkmaya çalışır. Vücudu ağırlaşmıştır. Hareket edemez. Beyni ile vücudu arasında bağ kopar.

"Kendi kendime konuşuyordum. Ama ağzımı açamıyor ve vücudumu hareket ettiremiyordum."

Bir odadadır artık. Biraz önce birlikte oturduğu saygın erkekler teker teker odaya girerler.

"Biliyor musun, tecavüzü hiyerarşik yaptılar. İlkönce toplumsal olarak en yüksekte olan erkek girdi odaya sonra hiyerarşik bir sıralama izlendi."

Erkeklerin toplumsal statülerini söylemeyeceğim. Özellikle söylemiyorum. Neden mi? Polemik yapma nedeni sayıyor bazı kadın ve erkekler bunu. Yüzleşmek ve mücadele etmek zor. Ama polemik yapmak kolay. Polemiğe sebep neden ise bu tecavüzcü erkeklerin bir çoğunun bir meslek örgütüne üye olması.

Cinsel haz değil iktidar hırsı

Olayı anlatırken araya girip neden kendisini seçtiklerini soruyorum. "Fakir bir ailenin kızıydım. Babam yoktu. Yani hesap soracak ne sosyal bir statü ne de bir erkeğe sahiptim onların gözünde. Kolay avdım."

Tecavüz anına, odaya geri dönelim. Dönmek zor olduğu için araya girmişti sorum. Nefes almak, ağlama hissimi köreltmekti amacım.

Kaç adam tecavüz etmişti? Hatırlamıyor. Hatırlayamıyor. Ama bir tanesi...

"Adam gözlerine bakmamı ve 'Güzel mi? Hoşuna gidiyor mu?' diye sorduğunda, 'güzel' dememi bekliyordu. 'Hayır' dedim inatla. Ben 'hayır' dedikçe, öfkeden kuduruyordu. Bir ara elinde bir sopa gördüm. Sopayı öfkeyle rahmime soktu ve tekrar sordu 'Güzel mi? Zevk alıyor musun?' Acıdan dilimi ısırmamak için yorganı ısırdım. Çaresizlikten 'evet' dedim."

Evet, dedirttirmeye çalışan adamın derdi ne sizce? Sadece boşalmak mı? Biz buna iktidar hırsı diyoruz. Batı Almanya'da cinsel saldırı suçundan ceza almış erkekler üzerinde yapılan araştırmada, cinsel saldırıyı planlayarak yaptıklarını ve amaçlarının cinsel haz değil, iktidar olduğunu belirtmişler. Buna da "Güçlü olma duygusunu canlı bir insan üzerinde yaşamanın çekiciliği" diyorlar.

Odaya iki çocuk girer
Amaç iktidar olunca, iktidardaki erkeklerin, iktidarı kullanma araçlarını varislerine öğretmesi gerekiyordu. Babaları tarafından odaya 13 ve 16 yaşında iki oğlan çocuğu getirilir. Baba dışarı çıkar.

"Çocuklar, bacaklarımı ayırıyor, oraya buraya çekiyorlar. Ellerini, kollarını vajinama sokuyorlar. Çakmak yakıp inceliyorlar."

Oğlan çocuklarının incelemeleri bittikten sonra tecavüze sıra gelir.

Odaya getirilen erkeklerden biri, parçalanmış vajinayla kanlar içinde yarı baygın yatan bir kadın görünce, "Hani istiyordu?" der ve vazgeçmek ister. Tecavüzcü organizatör, adama bir kere kapıya kadar geldiğini, vazgeçemeyeceğini belirtir. Tecavüze ortak olur.

Tecavüz hiyerarşik gerçekleşmişti demiştik. Odaya getirilen en son erkek, hiyerarşinin en başındaki adamın işyerinde çalıştırdığı bir işçidir. "Adam iğrenç kokuyordu."

"Nasıl olsa bir kadın bunu kimseye anlatamaz"

Saatlerce süren tecavüz bitmiş, sıra kurbandan kurtulmaya gelmiştir.

"Bir aracın içindeydim. Beni nasıl öldüreceklerini tartışıyorlardı. Halen bedenime hâkim olamıyordum. Kendi kendime konuşuyordum ama ağzımı açamıyordum. Beni bir koydan denize atacaklardı. Yüzme bilmiyordum. Nasıl kurtulabileceğimi düşünüyorum."

Tecavüzü planlayan erkek, diğer erkeği öldürmemek konusunda ikna etme çabasındadır. Neden katil olsunlar ki? Ne gereği var. Nasıl olsa bir kadın bunu kimseye anlatamaz, üstelik yargı, toplum onlardan yana.

"Tüm gücümü toparlayarak, en sonunda, 'İşe yetişmem gerekiyor' dedim."

Her şeyin normal devam edeceğini iddia eden tecavüzcü organizatör, bu laf üzerine, iddiasının geçerliliğini ispat etmiş olur.

Travma anını unutma: Amnezi

İşyerinin önüne bırakılır. Merakla O'nu bekleyen iş arkadaşı, kendisini öyle görünce panik olur. Ne olduğunu sorar. Yaşadıklarını unutmuştur anında. Bacaklarının arasından akan kanı da bacaklarına yapışıp tenine ten olan spermleri de açıklayamaz bir türlü. Yıkanır. Suyun altında, saatlerce, tenleşen spermleri tırnaklarıyla kazır.

Ertesi gün kendine geldiğinde, vücudunun üzerindeki el izlerini anlamaya çalışır.

"Biliyor musun, kalçalarımda parmak ve el izleri vardı."

Kanaması durmaz. Pedlerin ardı arkası kesilmez. O sıcakta, vücudundaki izler gözükmesin diye uzun etekler ve uzun kollu bluzlar giyer. Tıpta, travma anında unutmaya "amnezi" deniyor. Tıbbi adını özellikle veriyorum çünkü anında hatırlayıp şikâyette bulunamaması sonradan mücadeleye başladığında karşısına bir sorun olarak çıkacaktır.

Yaşadığı şehir dar gelmeye başlar O'na. Travmatik amnezi sebebiyle yaşadığı şehirden neden kurtulmak istediğini anlamlandıramaz. Gitmek ister. Sırt çantasını sırtına takar ve kimsesi olmayan İstanbul'a gelir.

"En güvenilir yer İstanbul gibi geldi. Kaybolmak istiyordum."

Evet, fakirdi ve sosyal olarak O'na sahip çıkacak kimsesi yoktu ama tecavüzcü erkeklerin hesaba katmadıkları bir şey vardı. O, sosyalist bir kadındı ve örgütlüydü.

"Partili kadın arkadaş sahip çıktı."

Elindeki üç beş kuruş parayla izbe bir yer kiralar. Partili kadınların verdikleri eşyalarla kendine yeni bir hayat kurar.

"Yattığım kanepeyi bir görseydin. Kir içindeydi. Bir tane elektrikli ocağım vardı. Üzerinde hem yemek yapıyorum hem de ısınıyordum."

İki üç ay geçmiştir. Geceleri kâbus görmeye başlar. Kâbuslar param parçadır. Tecavüze uğramıştır ama nasıl? Avukata gider önce. Avukat O'nu Mor Çatı'ya yönlendirir. Terapi dönemi başlar. Sekiz ay geçmiştir. Tecavüzün tamamını hatırladığı an çılgına döner. Suç duyurunda bulunur.

Suç duyurusunda bulundu, adalet yerini buldu mu?

Suç duyurunda bulundu, adalet yerini buldu sanmayın. Bu hangi olaydı? Biz nerede okuduk, duyduk, seyrettik de demeyin kendinize. Devam ediyorum.

Suç duyurusunda bulunur ama savcı suç duyurusunu işleme koymak istemez. Karakoldan başlayayım en iyisi. Karakola gider avukatlarıyla birlikte. Tecavüzün gerçekleştiği yer jandarmanın alanıdır. Karakol komutanı şikâyet edilen adamları telefonla çağırır. Üsluba bakın.

"Hocam hakkınızda bir şikâyet var. Önemli değil ama siz yine de avukatınızla gelin."

Gelen onca erkeğin ifadesi yarım saat sürmüştür. "Suçu kabul etmiyorum" cümlesini yazarlar ve karakoldan ayrılırlar, karakol komutanının sıcak, yakın ilgisiyle ve tokalaşarak. Karakol komutanı ile bu adamların normalde samimi olmamaları hatta birbirlerini tanımamaları gerekmektedir siyasi olarak.

"Kadının bedenini yağmalamaya gelince erkekler organları üzerinden işbirliği yapıyorlar. Siyaset falan kalmıyor ortalıkta."

Avukatlar, tecavüzle itham edilen adamların serbest bırakılmalarına itiraz ederler ve 13 ile 16 yaşındaki çocukların ifadelerinin savcılıkta alınmasının gerektiğini hatırlatırlar. Gülünür. Dalga geçilir. "Çok istediğiniz insan hakları işte" denir.

"Adli Tıp Kurumu raporuna rağmen dava açılmadı"
Tecavüze maruz bırakılan kadın, tecavüze maruz bırakıldığı yerin adli tıbbına gönderilir. Doktor da "tecavüzden dolayı doktora gelinir mi" edasındadır. Muayene edip rapor yazmak istemez. Gelenlerin kadın kurumlarından gelip gelmediğini merak eder, hemşire aracılığı ile öğrenmeye çalışır. Muayene etmediği takdirde kadın örgütlerinin hastaneye çağrılacağı söylenir. O zaman doktor sadece jinekolojik muayene yapar.

"Jinekolojik muayenede kanama olur mu?"

Ben O'na sorular sorarken, O da bana sormuştu. Tabii ki hayır. Kanamazdı. Doktor beyimiz artık nasıl bir düşünce ve algıyla muayene etti ki adalet aramaması gereken kadına, kendince had bildirdi. Muayene sonucu, "Bakire değildir. Psikolojik sorunu yoktur" yazar. Adli tıpçılar ne zaman psikolog ya da psikiyatr oldu bilinmez. Doktor bununla da yetinmez. Kendi raporunu kabul etmeyeceklerini düşünerek, kendisinden daha beter rapor yazacaklarını düşündüğü için İstanbul Adli Tıp Kurumu'na sevk eder.

"Adli Tıp Kurumu'na gittim. Sürekli ağlıyordum. İçeriye girdiğimde beni genç bir psikolog kadın karşıladı. Kurulla karşılaşmamı istemedi. Beni dinledi. Dinledikçe de anlattıklarımı kurula aktardı. Yirmi sayfaya yakın bir rapor hazırlandı. Rapor, tecavüzü doğruluyordu." İstanbul Adli Tıp Kurumu'nun raporuna rağmen dava açılmaz. Talep edilen baz tespiti yapılmaz.

"Artık iki kişiydik"

Vazgeçmez. Mücadele için kendisi gibi kadınları bulmaya çalışır. Eren Keskin'e ve N.Ç'ye ulaşır. Eren Keskin, mücadelesine İnsan Hakları Derneği'nde (İHD) devam etmesini öğütler. "Keşke öğüdünü dinleseydim." Meselenin kadın örgütlerinin meselesini olduğunu düşünür.

"İHD'ye gitmedim. Feministleri dolaşmaya başladım. Bazıları, 'Biz travmalı kadınların örgütlenmesine karşıyız' dedi. Bazıları 'İyi bir şey yapıyorsun, bunu bi toplantıda konuşalım sana geri döneriz' dedi. Bazıları da 'Feministler bu konuyla mücadele edemedi sen mi tek başına mücadele edeceksin' dedi. Umudum kesilmeye başlamıştı. Sosyalist Feminist Kolektif'te benim durumumda olan bir kadın arkadaş olduğunu söylediler. Telefon numaramı verdim ve bekledim. Telefon ettiğinde sevinçten uçtum resmen. Halen vajinal kanamam vardı. Bacağımdan kan akıyordu. Görüyordum. Ağrıdan da duramıyordum. Ama buluşmaya gittim. Buluştuk. Hemen pet aldım. Ağrı kesiciler ve petlerle gün boyu birlikte geçirdik zamanımızı. Artık iki kişiydik. Mücadele iki koldan devam ettik. Bir gün, bir panel çıkışı Pınar Selek'in önünü kestim. Durumu anlattım. Ne istediğimi sordu. Anlattım. Böylece Taciz ve Tecavüze Son İnsiyatifi'nin e-mail grubu kuruldu. Cinsel Şiddete Karşı Kadın Plaftormu'nu kuruluşunda yer aldık. İnsiyatif adına toplantılara katılmaya başladık."

Hikaye burada bitmedi

İki yılı bulmasına rağmen henüz dava açılmamıştı. Açılmıyordu. "Dava açılmadıkça kendimi çaresiz ve aşağılanmış hissediyordum. Çok kötüydüm. Nerdeyse intihar edecek haldeydim. Geçen nisanda Ankara'daki Feministbiz eylem yaptığında Adalet Bakanlığı davanın açılması emirini verdi. O zaman tekrar hayata tutundum."

O, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve iç hukuk yollarında mücadeleye devam ediyor.

"Bu benim değil kadınların mücadelesi olmalı."

"Demkoratik Özgür Kadın Hareketi'nin (DÖKH) yapmış olduğu 'Demokratik Özgür Toplumu Yaratalım Tecavüz Kültürünü Aşalım' kampanyası başladığında çok heyecanlandım. Tecavüzün ulusal boyutu olduğu kadar sınıfsaldır da. Ulusal boyutla sınıfsal boyutun birleşmesi ve birlikte mücadele edilmesi gerekmektedir. Heyecanlandım ama heyecanım kursağımda kaldı. Bir türlü Kürt kadınlarıyla birlikte hareket edebilme şansını yakalayamadık."

Bu hikâye burada bitti sanmayın. Cinsel şiddet son bulduğunda bitecek bu ve buna benzer tüm hikâyeler.

Kaynak:Bianet(ED/BB)http://www.bianet.org/bianet/kadin/126225-bu-onun-hikayesi(25.11.2010)

24 Kasım 2010 Çarşamba

Pınar Selek için taraf olmak

KARİN KARAKAŞLI:Benim nesnelliğim Pınar Selek konusunda taraf olmamı gerektiriyor. Sizin de Pınar Selek'ten yana taraf olmanızı istiyorum.(Radikal:24.11.2010)


Hani kişisel olarak size dokununca başka türlü hissedersiniz ya bir olayı, en çok kafa karışıklığına bulaştırılmış meselelerden biri olan ‘Pınar Selek davası’nı bir de içeriden dinlemenizi istiyorum.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun gerekçeli kararı bir kez daha bomba sözcüğü ile Pınar Selek ismini yan yana getirdi. On iki yıllık bir karabasanın içinden geçen Pınar Selek için ailesi, biz dostları ve onun kişiliğine tanık olmuş binlerce insan için bir kez daha derin bir nefes alıp verileri doğru sırayla sunma zamanı.

Savaş ortamı
Pınar Selek, ülkesindeki savaş ortamını incelemek için çıktı yola. Genç, idalist bir sosyolog olarak neden bir türlü barışılamadığını anlamak ve anlatmak istiyordu. Bugün geldiğimiz ‘Savaşma, Konuş’ noktasındaydı daha o yıllarda ve hep yaptığı üzere, ‘oradaydı.’ Çünkü onun ele aldığı konuları değil, kendine dert edindiği meseleleri vardı.

Ama savaş koşullarını, bu koşulların muhataplarıyla araştırarak anlatmayı isteyince göz altına alındı. Pınar Selek, patlamadan iki gün sonra göz altına alındığında ona Mısır Çarşısı ile ilgili tek bir soru sorulmadı. Çalışması için görüştüğü kişilerin isimlerini vermediği için işkence gördü ve bir buçuk ay sonra patlamayla kendi isminin ilişkilendirildiğini cezaevinde televizyon ekranından izledi. O gün bugündür kendi ismiyle bu patlamayı yan yana getiren korku filmini izlemeye devam ediyor.
Gerek Emniyet’in gerekse üniversitelerin uzman raporları patlamaya gaz kaçağı derken patlamanın bombadan kaynaklandığı iddiasından bir türlü vazgeçilmedi. Üstelik bomba bile olsa o bombanın Pınar Selek’le bir ilgisi yoktu. Esas mesele onun barışa ve anlayışa adanmış sözünün, sesinin tehlikeli bulunmasıydı. Selek, Abdülmecit Öztürk’ün poliste işkence altında verdiği ifadeye dayanılarak suçlandı. Oysa Abdülmecit Öztürk, duruşmaların başından sonuna kadar, Pınar Selek’i tanımadığını, böyle bir ifadeye işkence altında zorlandığını defalarca açıklayacaktı. Ama gelinen noktada Öztürk’ün beraati kesinleşirken Pınar Selek’in iki kez beraat ettiği davadan müebbet hapis istemiyle yargılanması isteniyor. Sadece bu ibretlik ayrıntılar bile bir başına çok şey anlatır.

Çelişkili rapor ve ifadeler
Çelişkili bilir kişi raporları ve bir verilip bir geri çekilen ifadelerle, yalan beyanlarla içinden çıkılmaz bir kedi yumağına dönüştürülen dava, adil yargılama hakkını ihlal ve işkence dolayısıyla artık AİHM sürecinde. Elbette insan kendi memleketinde hukuk mücadelesi verebilmeyi istiyor ama Yargıtay 9. Daire’nin Hrant Dink’i ‘Türklüğü tahkim ve tezyif etme’ suçundan mahkûm ettiğini ve bu kararın da onun öldürülüşüne giden yolda en önemli köşelerden birini tuttuğunu bilirken ‘Yargıtay: Bombayı Pınar Selek koydu’ ibaresinin yarattığı dehşeti sizlerle paylaşmaktan başka çıkar yol bulamıyorum.

Pınar’la ilgili bir diğer gelişme Berlin’deki uluslarası Überleben İşkence Kurbanları İçin Tedavi Merkezi tarafından hazırlanan özel bilirkişi raporuyla uğradığı işkencenin de resmen tespit edilmiş olması. Pınar, sevdiklerini kendi çektiği acılardan korur. Ama kayıtlara geçmiş işkencenin anlattığı bu hakikate ihtiyaç var. Ve bir de şu var: Yıllarını militarizme, her türlü şiddete ve savaşa karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılma girişimi de işkencelerin en büyüğüdür.

Pınar Selek’in dün Radikal’de “Türkiye’de olup bitenleri takip ediyor musunuz?” sorusuna verdiği yanıt, onun hayat duruşunu özetliyor: “Ediyorum. Ama takip etmek rahatlatmıyor. Cezaevinde de, aynı his dolardı yüreğime.... Ben sadece takip edemem. Bir şey öğrenince yapmak isterim. Müdahale etmek isterim.”
Pınar Selek’i tanıyan ve onun şahsında oynanan büyük oyunu gören hepimizde de aynı duygu var.
Takip etmek değil, müdahale etmek istiyoruz. Çünkü ondan bombacı yapılmaya çalışılan dünya yalan bir dünyadır. Orada kimse huzurlu yaşayamaz. Müdahale ettiğinizde ise taraf olursunuz. Önünüzdeki resme bakar nesnel verileri yanyana getirir, akıl, yürek ve vicdanla kanaatinizi oluşturursunuz. Benim nesnelliğim Pınar Selek konusunda taraf olmamı gerektiriyor. Sizin de Pınar Selek’ten yana taraf olmanızı istiyorum.

Hukuk adaletle eşanlama gelene kadar nesnel vicdan adına taraf olun. Pınar Selek için değil, gönül rahatlığıyla yaşanabilecek bir Türkiye için... Başka türlüsü haram hepimize.

Kaynak:Radikal Gazetesi(http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=24.11.2010&ArticleID=1030003)

25 Kasım yaklaşırken kadınların ‘atık hayatları’

NİL MUTLUER * / Her gün 3 kadın hayatını kaybediyor. İstanbul Feminist Kollektif acil önlem paketini açıkladı(Taraf:15.11.2010)


Bir 25 Kasım, “kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için uluslararası mücadele günü” daha yaklaşırken Türkiye’deki tanıdık şiddet manzaraları olanca hızıyla devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde kadına yönelik şiddet kimlik konularıyla kesiştiğinden, ana akım medyada heyecan oluşturuverdi. Genelde üçüncü sayfa haberleriyle ‘kıskançlık’, ‘öç’ gibi bahanelerle meşrulaştırılan cinayetler bu sefer gündemi oluşturdu. Fethiye’de İngiliz bir kadın tecavüze uğradı. Sonrasında oldukça vahşi bir şekilde doktorun ‘ziyaretçilerinin’ eşliğinde muayene edildi. Ataerkil zihniyet, ‘batılı kadın cinsellikte rahattır’ önyargısı ile hareket ettiğinden bu muayene doktor ve arkadaşları tarafından mahreme tecavüz olarak görülmedi. Diğer yandan, Van’da bir erkeğin iki eşinden nikahlısı olan hamile bir kadın ve çocukları öldürüldü. Eh olay çok eşlilik ve coğrafya Van olunca da konu hemen ‘doğudaki kadının kültürel talihsizliği’ önyargısı ile bütünleşti. Sanki memleketin diğer yakasında çok eşlilik ve şiddet yokmuş gibi. Kısa zaman dilimine sığan iki haber, iki olay sanki münferit yaşanmışcasına haber oluverip, benzer vakalar gibi unutulmak üzere bellekleri ziyaret ettiler. Oysa, her iki olayın da önemli bir ortak noktası var: Olaylar sistematik ve konuyla ilgili çalışanlara yeterince kulak verilmiyor. Neden mi? Çünkü, kadın hâlâ eşit yurttaş değil! Kadın hareketinin bir dönemdir fark ettrimeye çalıştığı bu cinayetlerdeki artış bana kadınların hayatının kolay feda edilebilir “atık hayatlar” olduğunu hissettiriyor. Gündelik hayattaki sıkışmış öfkenin üzerlerine akabileceği, iktidarlar değiştikçe haklarının değişebileceği hayatlar...

"Sistematik şiddet: "şiddet türlerinin farklılığıyla ile ilgili değil, seviyelerin farklılığıyla ilgili"

ilgili köşe yazısında Markar Esayan cinayetlerin raslantı olmayacağından bahsetmiş. Esayan haklı, zira bu cinayetler devlet ve toplumun işbirliği içinde karşımıza çıkan ataerkil söylem ve uygulamaların bir tezahürü. Kılıfları modern, dindar, sağcı, solcu ne olursa olsun farklı farklı alanlarda normalleştirilerek yeniden üretilen sistematik bir ayrımcılığın sonucu. Yani birbiriyle kıyasıya döğüşen erkek egemen dünyanın kesişen noktası! Berna Ekal’ın Türkçe’ye kazandırdığı Eva Lundgren’in Şiddetin Normalleştirme Süreci kitabında şiddetin sistematikleştirilmesi şiddet, iktidar ve normalliğin birbiriyle bağlantısı üzerinden açıklanıyor. Gerek gündelik hayatta, gerekse politikalarda erkeğin hareket sınırının genişletmesi normalleşirken, kadın kendi sınırını kısıtlamayı öğreniyor, bu normalleşiyor. Bu da alanı dar olanın haklarının da dar olması anlamına geliyor. Kısaca kitapta da değinildiği gibi, “şiddet türlerin farklılığıyla ilgili değil, seviyelerin farklılığıyla ilgili” yani, kadının erkeğin doğası denen şey sosyalleşme sürecinde öğrenilen bir hal. Ayrıca, şiddet sadece fiziksel olarak yaşanmıyor, seviyelerle de belirlenebiliyor gündelik hayatta.

Bu tartışma çerçevesinde, şiddet genel geçer bir şekilde ‘bazı erkekleri’ suçlayıp, onların doğasından bu şiddeti uyguladıklarıyla açıklanacak bir durum değil. Erkekler de, kadınlar da Deniz Kandiyoti’nin değimiyle hareket sınırlarını belirlerken “ataerkil pazarlık” yapmayı öğrene öğrene büyüyorlar. (3)Bu pazarlıkta, görece güçlü olanın değerleri norm olarak kabul edilirken güçsüzler de ezilmemek için sadece bu normlara uymakla kalmayıp onları yaşamlarının içinde yeniden üretiyorlar. Bu çerçevede, erkekler, yaş ve konumlarına göre şiddeti sadece uygulayan değil, şiddete uğrayan da olabiliyorlar. Elbette bazıları bu durumu fark edip eleştiriyorlar yapıyı. Gene de erkeklerin birçoğu sosyal olarak avantajlı konumlarının fakında olsalar bile, bu konumdan geri adım atmak istemiyorlar. Bazı kadınlarsa dezavantajlı konumlarından dolayı, şiddetten erkekten çok daha fazla zarar görüyor olsalar da, çoğu zaman maddi veya manevi gücü kendilerinde bulamadıklarından direnemiyorlar. Ne de olsa, şiddetin sistematik yanı direnmeyi de güçleştiriyor.

İster Kemalist, ister dindar, ister özgürlükçü olsun erkek egemenliğinin Türkiye’de ortaklık yaptığı ve görmezden geldiği Türkiye’de kadına yönelik şiddetin normalleştirme sürecinin çok kısa tarihi ise şöyle özetlenebilir: 2002’ye kadar Medeni Kanun’da, erkeğin aile reisi ilan edilmesiyle kadının statü olarak erkekten alt bir sınıfa konumlandırılması; evli kadının kocasının izni ile çalışabileceğinin kanunda yer alması; Ceza Kanunu’nda ‘namus’un erkeğin kadını öldürmesinde hafifletici sebep olması; kanun değişse de uygulamaların oldukça yavaş hayata geçmesi; para karşılığında cinsel ilişkiye girdiğinde, kadının hemen ‘iffetsiz’ olarak ilan edilip geneleve çıkamamak üzere yerleştirilmesi, erkeklerinse bu ilişkiyi satın alma haklarının sonsuz bir şekilde olması; devlet söylemlerinde kadının sadece ‘annelik’ rolüne vurgu yapılarak eve ve topluma sürekli hizmet veren bir konuma sürüklenmesi; işyerinin kreş açma zorunluluğunun kalkması; Türkçe’ye çevrilmiş “biliminsanı” gibi kelimelerin “adam” eklerinden kurtulamaması, gündelik hayattaki deyimlerin hep erkeği güçlü, akıllı konuma yerleştirmesi ve bu yazının konusu olan kadın cinayetlerinin son yedi yılda % 1400 artması.

Kısaca şiddet dediğimiz olgu, en masum saydığımız gündelik hayattaki ve/veya bürokrasideki uygulamalarla hayatımızın göbeğine yerleşiyor. İktidarca kadın ve erkek eşit sayılmıyor. Şimdi söylemleri yavaş yavaş değise de iktidar bunu uzun bir müddet kadın ve erkeğin fıtratının, yani yaratılışta getirdikleri özelliklerin aynı olmamasıyla açıkladı. Oysa burada, ciddi bir yanlış anlaşılma var kanımca. Eşitlik talebi aynılık talebi değil ki. Zaten, her kadın ve her erkek de birbiriyle aynı değil. Eşitlikten, kadınerkek tüm yurttaşların ve hatta yurttaşlık kavramının sınırlarını genişletirsek, memlekete gelmiş göçmenlerin bile temel hak ve özgürlüklerden eşit bir şekilde yararlanması kastediliyor. Tüm yurttaşların temel kaynaklara eşit ulaşım imkânına sahip olmasına değiniliyor. Ayrıca, eğer eşitliğin anlamı iktidarlara göre kayacaksa işimiz çok zor. Kemalist yaklaşım başörtülü kadını dışlarken, bugünkü iktidar kadınların fıtratı açıklamasıyla kadınların haklarını ve hareket alanlarını din çerçevesinde kısıtlıyor. Bu hal, iktidarlara göre kadının anlamı değiştikçe, hakları da değişecek anlamına geliyor. Kıssadan hisse, birbiriyle sürtüşürken sürekli kadınları kullanan iktidarların kadın parametreleriyle, kadınlar için adaletin gelemeyeceği oldukça açık. Peki kadınlar birbiriyle erkek egemen dil noktasında anlaşan iktidarlardan ne istiyorlar?


Kadın hareketinin talebi
Erkek egemen dile sahip iktidarlar birbiriyle sürtüşe dursun, kadın hareketi sadece belli bir grup kadına karşı değil, farklı kesimlerden gelen farklı kadınlara yapılan her türlü ayrımcılık ve şiddete karşı durdu. Bununla da sınırlı kalmadı, erkeklerin ataerkil sistemde ezilmelerini konu aldı. Erkeklerin üzerindeki yükü aktaran birçok çalışmada hareketle bağlantılı olan kadınlar ve harekete yakın erkekler tarafından kaleme alındı. Kısaca, toplumdaki farklı nedenlerle oluşan cinsiyet meselelerinin üzerine eğildi.

Her gün ortalama 3 kadının öldürüldüğü kadın cinayetleri hakkında da İstanbul Feminist Kollektif geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği basın toplantısıyla “Acil Önlem” taleplerini şöyle sıraladı:

“- Başta Başbakanlık olmak üzere, İç İşleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Aileden ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı, Emniyet Müdürlüğü, mahkemeler, savcılıklar, valilikler ve belediyeler yani tüm ilgili kurumlar tarafından

-Kadın-erkek eşitliği tartışmaya açılmaksızın fiili olarak hayata geçirilsin.

-Kadınlara yönelik her tür şiddet, baskı ve ayrımcılığın önüne geçmek ve kadınların yaşam haklarını garanti altına almak üzere gerekli tüm adımlar atılsın.

-Kadın örgütleriyle birlikte kadın cinayetlerinin sona ermesi için acil bir eylem planı hazırlanarak uygulamaya geçirilsin.

- Kadın cinayetleri davalarında ‘haksız tahrik indirimi’ =’erkeklik indirimi’ uygulanmasın.

- Şiddet gören, ölümle tehdit edilen kadınlar karakol, adliye, jandarma kapılarından ‘aile meselesi’ denerek geri gönderilmesin, tüm yasal haklarını kullanmalarının sağlanması yanında özel önlemler alınarak koruma altına alınsın.

- 2006/17 sayılı Kadın ve Çocukları şiddetten korumak için çıkartılan Başbakanlık Genelgesi uygulamaya konulsun.

- Sığınma evlerinin sayısı 38’den ivedilikle 3800’e, kısa sürede her 7500 kişilik nüfusa bir sığınma evi düşecek sayıya getirilsin.”

Bu 25 Kasım'ın şiddetsizliğe vesile olması üzerine çağrı!

Kadına karşı şiddetin sistematik yanının ortaya çıktığı en anlamlı örneklerini 25 Kasım’lardan başlayarak vermek istiyorum. Geçtiğimiz 25 Kasımların bazıları, devletin kadına yönelik şiddeti normalleştirmesini kanıtlarcasına traji-komik bir şekilde yaşandı. Olan olaylar dehşet verici olmasına karşı, günün anlamını öylesine yeniden hatırlatıyordu ki, her iki olayda da içimden kapıldığım dehşet karşısında bir direniş olarak gülmek geldi.

Doğru hatırlıyorsam iki sene kadar önceydi. Kadınlar her 25 Kasım’da olduğu gibi bu sefer de şiddete karşı etkinlikler çerçevesinde yürüyüşü de düşünmüşlerdi ve gerekli izinleri almışlardı. Ancak ellerinde pankart, fotoğraf makinası, şahsi çantalarından başka birşeyleri olmamasına karşın, tam İstiklal Caddesi’nde yürüyüşe geçecekleri sırada polis barikatıyla karşılaştılar. Öyle bir barikattı ki bu, panzer bile polislerin arkasındaki mekanik görevine çekilmişti... Bu engelleme karşısında kadınlar kaçmadı. Şiddet karşıtı oldukları için polise de saldırmadı. Bir anda sloganlar atıp şarkılar söylemeye başladılar. Polis bu eylem biçimi karşısında ne yapacağını şaşırmış dururken, Taksim’den geçen meraklılar kalabalığın nedeni sormaya başladı. Kadınlar kadına karşı şiddeti engellemekle ilgili mesajlarını bu kişilere de aktardı. Bu açıklamalar ve eylem biçimi bazılarının hoşuna gitmiş olacak ki, kalabalık büyüdükçe büyüdü ve sonunda eylem İstiklal Caddesi’nin girişde bir coşkuya dönüştü.

Aktaracağım ikinci 25 Kasım ise gerçekten vahşiydi. Geçen sene, kadınlar kadına yönelik şiddeti Galatasaray Meydanı’nda kurdukları bir fotoğraf sergisiyle de aktarmayı planladılar. Gene gerekli izinler alındı ve sergi açıldı. Bu sefer sivil polisler, önce sergiyi kaldırmak istediler. Kadınlar izinli olduklarını belirtmesine rağmen, hiçbir güç onları engelleyemedi ve sergiyi yıkıp, parçaladılar. Bu vahşi kırıp parçalama sahnesi bana ilkokullardaki resmî törenlerde temsili düşman saldırısını hatırlatır. Hatta zaman zaman “polis kadına yönelik şiddetle mücadele gününü temsili olarak kutladı!” diye düşünürüm. Gerçekten ürkütücüydü...

Neyse ki, her iki olayda da ne halktan ne de polisten kimse yaralanmadı. Sadece bir memleket hali olarak şaşkınlık, haksızlık ve hüzün kaldı geriye... Cinayetlerin artması esas acıyı hissettiriyor yüreklerde elbette... Bu satırları yazdığım sırada bile acı hissettiren başka bir olay daha oldu. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu Kadın Sekreterliği, İnsan Hakları Derneği ve Ankara Barış İçin Kadın Girişimi’nin öncülüğünde erkek şiddetine karşı ve barış çağrısıyla İstanbul ve Hakkâri’den başlatılan Ankara yürüyüşü polislerce şiddet kullanılarak engellendiği haberleri de gündemdeki yerini aldı.

Bu yaşananlar karşısında cinsiyet ayrımcılığına karşı politik istikrara ihtiyacımız var. İstanbul Feminist Kollektif’in talepleri gerçekleştirilmesi zor talepler değil. Gerçekleştirilmesiyle, cinsiyet ayrımcılığı ve şiddet bir anda bitmeyecek olsa da, meselenin sistematik tarafı ciddi bir şekilde sorgulanmaya başlayacak. Dilerim bu adımlar bir an önce atılır. Dilerim bundan sonraki 25 Kasımlar şiddetsiz anılır, şiddetin azalması için bir başlangıç olur, kadınlar, çocuklar ve erkekler öldürülmez. Kimsenin biricik hayatı atık olmaz...

1-Markar Esayan, Taraf Gazetesi, 11 Kasım 2010,

2-Eva Lundgren (2009), Şiddetin Normalleşme Süreci, çeviren: Berna Ekal, İstanbul: Reng Ahenk Sanatevi Yayınları.

3-Deniz Kandiyoti “ataerkillikle pazarlık” kavramını ‘Erkeklerin paradoksaları’ makalesinde kullanmıştır. (1996, ‘The Paradoxes of Masculinity: Some Thoughts on Segregated Societies’, in A. Cornwall & N. Lindisfarne (eds.), Dislocating Masculinity: Comparative Ethnographies. London: Routledge, p: 197-213.)

Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

nilmutluer@gmail.com


Kaynak:Taraf Gazetesi(http://www.taraf.com.tr/haber/25-kasim-yaklasirken-kadinlarin-atik-hayatlari.htm)

8 Kasım 2010 Pazartesi

TECAVÜZ İNSANLIK SUÇUDUR!!

TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ ve ADLİ TIP UZMANLARI DERNEĞİ ORTAK BASIN AÇIKLAMASI

Basına ve Kamuoyuna

Geçtiğimiz hafta üniversite öğrencisi bir kadını zorla kaçırarak tecavüz ettikleri iddiasıyla tutuklu yargılanan iki kişinin, tecavüz ile ilgili kanıtlar sabit olmasına, mağdurun ruhsal yönden etkilendiğine ilişkin iki üniversite hastanesinin Psikiyatri Anabilim Dallarından alınan raporlar bulunmasına rağmen yerel mahkeme tarafından serbest bırakılmaları hem kamuoyunda hem meslek grubumuzda tepki yaratmış ve kamuoyu vicdanında derin bir yara açmıştır. Son duruşmada yerel mahkeme Adli Tıp Kurumu’ndan bilirkişi görüşü istenmesine karar vermiş, ayrıca bu değerlendirme süresinin 18 ay süreceğini ve sanıkların mağdur olacağını gerekçe göstererek her iki sanığın tutukluluk hallerini kaldırmıştır. İçerdiği büyük hukuksal yanlış dışında, ülkedeki bilimsel kurumların değerlendirmelerini yok sayan, saygısızlık içeren bu karar kadına yönelik şiddetin en uç biçimi olan tecavüzü teşvik edici ve özendirici bir nitelik kazanmıştır. Bunun yanında yeterince kanıt olmadığı halde yıllarca mahkeme önüne çıkarılmadan insanların tutukluluk hallerinin sürmesine karar veren mahkemeler neredeyse adaletin tecellisinden çok bu davada sanıkların “mağduriyetini” önleme telaşına düşmüşlerdir.


18 Mart 2010 akşamı kaçırılarak tecavüz edilen mağdurun Ankara Adli Tıp Kurumunda yapılan muayenesinde cinsel saldırının kanıtları saptanmış, Numune Hastanesi tarafından ruhsal sağlığı bozulduğuna ilişkin rapor verilmiş, Ankara Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanlıkları yaptığı değerlendirmede mağdura “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” tanısı konarak ruhsal durumunun bozulduğu belgelenmiştir. Buna rağmen yerel mahkemenin son yıllarda verdiği yanlış ve siyasi kararlar nedeniyle niteliği, yapılanması ve işlevi tartışılan Adli Tıp Kurumu’ndan görüş istenmesi, üst yargının tüm verilere rağmen Adli Tıp Kurumu görüşünü özellikle istemesi ve ciddiye alması adalet sisteminin içinde bulunduğu durumu göstermek açısından da dikkat çekicidir. Bu eğilim bilimsel ve hukuksal açıdan büyük bir hata içerdiği gibi bir çok yanlışı da beraberinde getirmektedir. İlgili yasal düzenlemelerde yer alan ruhsal bozukluk kriteri, uygulayıcılar tarafından, yasada açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte, kalıcı bir hasar biçiminde yorumlanmakta, dolayısıyla da uzmanların yaptıkları inceleme sonrasında “bozukluk meydana gelmemiştir veya bozukluk saptanmamıştır” değerlendirmesi, mağdur bu olaydan etkilenmemiştir, biçiminde hatalı olarak basit bir etki olarak algılanmaktadır..

Adalet Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada cinsel suç mağdurlarının muayene ve raporlama süreçleri Adli Tıp Kurumu 6. Adli Tıp İhtisas Kurulu tarafından yerine getirildiği, Savcılıklar ve mahkemelerden bu konuda çok sayıda dosya 6. Adli Tıp İhtisas Kuruluna gönderildiğinden randevu tarihlerinin uzamaması için Sağlık Bakanlığı ile görüşmeler yapıldığı, görüşmeler sonucunda Adli Tıp Kurumuna ve özellikle 6. Adli Tıp İhtisas Kuruluna, “Zorunlu Devlet Hizmeti Yükümlülüğü Kurası” ile “uzman psikiyatr” takviyesi yapıldığı ifade edilmektedir. Bu destek önemli olmakla birlikte hem bakanlık hem de mahkemeler tarafından üniversite ve eğitim hastanelerinde çalışan deneyimli psikiyatristlerin yer aldığı kurulların kararlarını yok saymaya ve önemsizleştirmeye yönelik bir gerekçeye dönüştürüldüğünün örnekleri sık sık görülmektedir. Adalet Bakanlığı uzmanlara dayanarak “cinsel suçlarda beden ve ruh sağlığının kalıcı bozulup bozulmadığının tespiti için bilimsel olarak 18 yaş altındaki çocuklar için 6-7 aylık, erişkinler için ise 12 aylık sürenin beklenmesi gerektiği” iddiasında bulunmakta ve yerel mahkemenin kararını doğru bulmaktadır. Bakanlığın bu ifadesi de bilim dışıdır. Adalet Bakanlığının en kısa zamanda hangi uzmanlara ve hangi bilimsel verilere göre bu belirlemeyi yaptığını kamuoyuna açıklaması gerekmektedir.

Bilirkişilikle ilgili yasal düzenlemelerde değerlendirmenin altı ay içinde yapılmaması halinde başka bir bilirkişiden görüş istenmesi gerekirken, mahkemelerin Adli Tıp Kurumu’ndan görüş beklemesi yasaları hiçe saymaktır. Adalet Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada yanlışlar savunulmakta, tecavüzcüleri sokağa bırakan, ve adalet duygusunu zedeleyen kararın gerekçeleri büyük bir özenle hazırlanmakta, yasaların çiğnenmesine göz yumulmaktadır. Bu açıklama içerdiği ciddi bilimsel yanlışlar yanında, seçkin bilim kurumlarının kararlarına büyük bir saygısızlık içermekte, bu kurumların görüşlerini değersizleştirmekte, yerel mahkemelerin tecavüzcüleri koruyan kararlarını ısrarla savunmaktadır. Bu haliyle son derece üzücü ve kamuoyu vicdanı yaralayıcıdır.

Tecavüz eyleminin kendisi herhangi bir ruhsal belirti olmasa bile bireyin fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü tehdit eden, insanlık suçu olan bir eylemdir. Fiziksel ve ruhsal belirtilerin olmaması bu eylemin suç niteliğini kaldırmayacağı gibi tecavüzcünün serbest bırakılması için gerekçe değildir. İlgili raporlarda belirtilen “Travma SonrasıStres Bozukluğu” tanısı için belirtilerin bir aydan uzun sürmesi, Akut Stres bozukluğu için ise iki günden uzun sürmesi yeterlidir. Bu belirtilerin üç aydan uzun sürmesi durumunda bozukluk kronik nitelik kazanmaktadır. Belirtilerin eşik altı sürdüğü ve travmadan altı ay sonra bozukluğun daha görünür hale geldiği geç başlangıçlı olguların sayısı görece daha düşüktür. Bu durum dahi ruhsal etkilenme olmadığını göstermemektedir. Bir çok koruyucu etkenin ruhsal belirtilerin tanı konacak düzeye çıkmasını önlediği anlamına gelmektedir. Ruhsal travmanın olumsuz etkilerinin süreç içinde gerilemesi de tecavüzün gerçekleşmediği ve suç olmadığı anlamına gelmemektedir. Bireyin sahip olduğu başa çıkma becerileri, gördüğü ruhsal ve sosyal destek bu belirtilerin azalmasına katkı sağlayabilir.. Fakat mahkemelerin tecavüzcülerinin mağduriyetini önlenmesi gerekçesiyle adaletin tecelli etmesini engelleyerek tecavüze uğrayanları bir kez daha mağdur etmesi, re-travmatizayona, eş deyişle bu kişilerin yeniden travmaya uğramasına ve ortaya çıkan ruhsal sorunların süreğenlik kazanmasına yol açacaktır.

Adalet Bakanlığı’nın bilim dışı açıklamalarla yerel mahkemelerin hukuk dışı kararlarını desteklememesini, tıp fakültelerinin psikiyatri ve Adli tıp anabilim dallarının raporlarını yok sayan saygısız, hukuk dışı ve suç oluşturabilecek uygulamalarından derhal vazgeçmesini, Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınması yönündeki hukuksal süreci uzatacak kararlarından vazgeçecek girişimlerde acilen bulunulmasını talep ediyoruz…

Doç. Dr. Doğan Yeşilbursa


Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı

TPD Merkez Yönetim Kurulu adına

Prof Dr. Ümit Biçer

Adli Tıp Uzmanları Derneği Başkanı

ATUD Yönetim Kurulu adına

22 Ekim 2010 Cuma

Tecavüzcüler Dışarıda, Adalet Nerede?

Biz feminist kadınlar yıllardır taciz ve tecavüz davalarının yakın takipçisiyiz. Taciz ve tecavüz davalarında tacizi ve tecavüzü ispatlamada yaşanan zorluklara, bu davalarda verilen erkek egemen zihniyetten kaynaklı adaletsizliklere direniyor ve bunları deşifre ediyoruz. Daha önce de söyledik, yine söylüyoruz. Yargıtay 5. Ceza Dairesi tecavüz davalarında, Adli Tıp Kurumu’ndan alınan “ruh sağlığı bozulmuştur” raporunu zorunlu kılıyor. Adli Tıp Kurumu ise randevu tarihini en erken 1 yıl sonraya veriyor.

Bazı yerel mahkemeler Üniversite hastanelerinden alınan Travma Sonrası Stres Bozukluğu raporunu kabul ederken, Yargıtay 5. Ceza Dairesi bu raporlara dayanılarak verilen mahkumiyet kararlarını bozuyor ve Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınmasını zorunlu kılıyor. Diğer yerel mahkemeler ise, Yargıtay’ın kararlarını bozacağını gerekçe göstererek üniversitelerden alınan ruh sağlığı bozulmuştur raporlarına rağmen tecavüze uğrayan kadınları İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderiyor. Verdiği kararların güvenilirliği tartışmalı olan İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderilen tecavüz davaları yıllarca uzuyor ve tecavüzcüler ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyor.

Bu yıl mart ayında Sincan’da bir toplu tecavüz daha gerçekleşti. Tecavüze uğrayan kadın hemen hukuki süreci başlattı ve o günden itibaren biz Ankara’da yaşayan kadınlar olarak bu tecavüz olayının yakın takipçisi olduk. Olay sonrasında tecavüz nedeniyle tutuklanan tecavüzcüler, 7 ay boyunca tutuklu yargılanmalarına rağmen 19 Ekim günü salıverildirler. Gerekçe olarak, raporun Adli Tıp Kurumundan gelmesinin uzun zaman alacağı gösterildi. Sonuç olarak tecavüzcüler şu an dışarıdalar. Rapor Adli Tıp'tan dönene ve cezaları kesinleşene kadar, mağduru tehdit etmeyeceklerinin, tanıklara baskı yapmayacaklarının ve başka kadın ve çocuklara tecavüz etmeyeceklerinin hiçbir garantisi yok!
Şu an iki tecavüzcü erkek ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyorlar. Erkek egemen sistem bizi öldürülmediğimiz, hayatta kaldığımız ve yaşama inadımız için adeta cezalandırıyor. Bu da bize adaletin gerçek bir adalet olmadığını en açık biçimde gösteriyor.

Buradan bir kez daha Yargıtay'a sesleniyoruz: Tecavüz davalarında Adli Tıp Kurumundan rapor alınması zorlamasına son verilmelidir. Tecavüz davalarında Üniversite Hastanelerinden alınmış raporlar yeterli ve geçerli kabul edilmelidir.

Buradan bir kez daha Hükümete sesleniyoruz: Bağımsız Üniversite Hastaneleri bilirkişi olarak kabul görmelidir. Bu düzenleme derhal hayata geçirilmelidir. Üniversite Hastaneleri bünyesinde “Derhal Tecavüz Kriz Merkezleri” açılmalıdır.

Buradan bir kez daha Mahkemelere Sesleniyoruz: Çocukları- Kadınları Adli Tıp Kurumu'na göndermeyin. Adli Tıp Kurumunu gerekçe göstererek tecavüzcüleri serbest bırakmayın.

Bilinmelidir ki kadınlar olarak bedenimize istedikleri türden müdahale etmeyi kendilerine hak gören erkeklere ve taciz ve tecavüzü meşru kılan erkek egemen zihniyete karşı her zaman mücadele edeceğiz. Bizler, evde, sokakta, işyerinde hiçbir kadın tecavüze uğramayana dek tecavüzcülerin ve suç ortaklarının peşini bırakmayacağız.

Erkek adalet değil gerçek adalet istiyoruz!!!
FeministBiz

Destekleyenler:
-Sosyalist Feminist Kolektif
-Üniversiteli Genç Kadınlar
-Kozadan İpeğe Kadın Kooperatifi
-Kadın Dayanışma Vakfı
-Kaos GL LGBTT Derneği
-Pembe Hayat LGBTT Derneği
-Türkiye İnsan Hakları Vakfı
-Yeşiller Partisi
-Çankaya Belediyesi Sığınma Evi Çalışanları



BASINDAN:

22 Ekim 2010 Sincan Adliyesine tahliyeye itiraz dilekcesi verildi ve basin aciklamasi yapildi


http://www.hurriyet.com.tr/gundem/16107442.asp?gid=373

http://www.dha.com.tr/n.php?n=f5f4c91f-2010_10_22

http://www.stgm.org.tr/tr/manset/detay/kadinlardan-tecavuzcu-isyani

http://haber.gazetevatan.com/o-karara-boyle-isyan-ettiler/336059/7/Yasam

http://www.hukukihaber.net/yasam/kadinlardan-tecavuzcu-isyani.htm


21 Ekim 2010 Avukat Evren Paydak NTV de tahliye uygulamasına ilişkin konustu.

http://video.ntvmsnbc.com/#tahliye-skandali.html



Tahliye haberine ilişkin basında çıkanlar:

http://www.ntvmsnbc.com/id/25143823/

http://www.cnnturk.com/2010/turkiye/10/21/tecavuze.7.ay/593828.0/index.html

http://www.milliyet.com.tr/tecavuz-saniklari-7-ayda-kurtuldu/guncel/haberdetay/21.10.2010/1304243/default.htm

http://taraf.com.tr/haber/tecavuz-simdi-rapor-18-ay-sonra.htm



http://www.ankahukuk.com/index.php?option=com_kunena&func=view&catid=31&id=6172&Itemid=266#6173


http://www.ntvmsnbc.com/id/25143823/


http://haber.gazetevatan.com/bakanlik-daha-bilgili-cikti/335938/7/Yasam

http://www.bianet.org/bianet/kadin/125638-kadinlar-soruyor-tecavuzculer-disarida-adalet-nerede









21 Ekim 2010 Perşembe

BASINA VE KAMUOYUNA

Tecavüzcüler Aramızda!

Bu yıl Mart ayında Sincan’da gerçekleşen toplu tecavüz olayıyla ilgili Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın 19 Ekim’de yapılan üçüncü duruşmasında tecavüzcüler serbest bırakıldı.

Mahkeme heyeti tahliye gerekçesi olarak Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin Üniversite Hastanelerinden alınan raporları kabul etmemesi nedeniyle dosyanın İstanbul Adli Tıp Kurumuna gönderilmesi ve Adli Tıp Kurumu’nun da görüşmeyi bir buçuk yıl sonraya vermesi olarak sundu. Erkek egemen sistem, hukuk sistemi, mahkemeler ve Adli Tıp yine el ele vererek tecavüzcüden yana bir karar verilmesine yol açtılar. Tecavüze maruz kalan kadının can güvenliği yok. Serbest bırakılan sanıkların delilleri karartmayacağına dair bir güvence söz konusu değil. Tecavüzcüler serbest ve hiçbirimiz güvende değiliz.

Yıllardır taciz ve tecavüz davalarının takipçisi olan ve erkek adaletin değil gerçek adaletin tecelli etmesi için mücadele eden biz feminist kadınlar 22 Ekim Cuma günü saat 11:00’de Sincan Fatih Adliyesi önünde, mahkeme heyetin tahliye kararını bir kez daha gözden geçirmesini isteyeceğiz.

Basına ve kamuoyuna duyurulur.

not:Sincan'a gidecek otobüs yarin saat 10:00'da kolejdeki çankaya belediyesi otoparkından kalkacak.

20 Ekim 2010 Çarşamba

MEDİZ'den Medyaya Çağrı: Tecavüze Ortak Olmayın

Kadınların Medya İzleme Grubu (MEDİZ), ilk bölümü 17 Ekim'de Habertürk televizyonunda yayımlanan ve tecavüzü komedi malzemesine dönüştüren "Gölgede Muhabbetler" programını hazırlayanlara tepki gösterdi.

"Suç işliyorsunuz!"
MEDİZ, tüm medya kuruluşlarına gönderdiği basın açıklamasıyla hem "Gölgede Muhabbetler" programının yanı sıra "Fatmagül'ün Suçu Ne?" dizisinin yapımcı ve yayıncılarına da "Kadınlara yönelik suçlara, tacize ve tecavüze ortak olmayın" çağrısında bulundu:

"Kadınlara yönelik tecavüz gibi cinsel suçların medyada hala pornografik reyting - tiraj malzemesine dönüştürüldüğü, suçun işlenişine dair her türlü detaya yer verilen, hatta mağdur kadınların fotoğraflarla metalaştırılarak haklarındaki tüm bilgilerin ifşa edildiği haberleri, bizler, dehşetle izliyoruz!

Başta medya mensupları olmak üzere, bu toplumda yaşayan her kişi bu dehşeti sona erdirmekle sorumlu.

Suç işliyorsunuz! Tecavüzün verdiği hasarı artıracak, tecavüze ortak olacak her türlü yayın da kamuya karşı işlenmiş bir suçtur.

Tecavüze ortak oluyorsunuz! Başta yöneticiler ve editörler olmak üzere tüm medya mensuplarını bu hususları uygulamak konusunda sorumlu davranmaya, tecavüze ortak olmamaya çağırıyoruz."

Tecavüz görüntülerinin dolaşımını durdurmak kimin sorumluluğu?
Tecavüze uğradıktan sonra tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda bırakılan bir genç kadının hikâyesini anlatan "Fatmagül'ün Suçu Ne?" adlı televizyon dizisi, henüz ilk bölümü yayımlanmadan tecavüz sahneleriyle gündeme gelmişti.

Tecavüz sahneleri, internette tıklanma rekorları kırmış, hakkında günlerce konuşulmuştu. Bu sahneler, Habertürk televizyonunda "Erkanlarda fark yaratan" sloganıyla yayımlanan "Gölgede Muhabbetler" programında da parodi konusu olarak kullanıldı.

Programın ilk bölümünde, iki erkek oyuncu tecavüzü bir spor aktivitesi gibi kurgulayarak komedi unsuruna dönüştüren bir parodi sahneledi. Parodi, "Gençler dört, Fatmagül sıfır" sözleriyle sona erdi.

"Elde edilen reyting, kadınların hayatından daha mı önemli?"
MEDİZ, yaptığı yazılı açıklamada dizinin yapımcı ve yayıncıları ile Ali Poyrazoğlu'na ve Habertürk yönetimine şu soruları yöneltti:

"Diziye dair görüntülerin internette nasıl yayıldığına, dizinin yapımcı ve yayıncılarının bununla ilgisi olup olmadığına dair merakımız bir yana, bu görüntülerin dolaşımını durdurmak yapımcı ve yayımcıların sorumluluğu değil midir?

Ortak olduğunuz tecavüz, taciz ve kadınlara yönelik suçların, kadınlarda ve toplumda yarattığı hasarı anlamak için ilgili istatistiklere, davalara göz atmanızı, bu vakalardan zarar gören, hatta hayatını kaybeden kadınların hikâyelerine ve onların yakınlarının tanıklıklarına kulak vermenizi öneriyoruz.

Gerçekten, elde edilen reytingin, bu kadar kadının hayatına değdiği kanısında mısınız?"

Kaynak:Bianet(BB)

13 Eylül 2010 Pazartesi

Savcı tecavüzcüyü serbest bıraktı

Dersim'in Pertek ilçesinde, zihinsel engelli Pınar B. (24) adlı genç kadının 6 yıldır tecavüze uğradığı ortaya çıktı. Skandal bununla da bitmedi. Olayla ilgili savcı, Pınar B.'nin akli dengesi yerinde olmadığına dair raporu bulunmadığını gerekçe göstererek zanlıyı serbest bıraktı.


Engelli kadına tecavüz etti, savcı serbest bıraktı

Dersim'in Pertek ilçesine bağlı Yalın köyü Karaveli Mezrası'nda tüyler ürpertici bir tecavüz olayı ortaya çıktı. 19 gün önce vücudunda darp izi görülmesiyle ortaya çıkan ve akli dengesi yerinde olmayan Pınar B. (24) adlı genç kadının 6 yıldır Cemal Y. (45) adlı kişinin tecavüzüne uğradığı ortaya çıktı. 6 yıl boyunca Pınar B.'ye tecavüz eden Cemal Y. 19 gün önce olayı ailesine anlatmaması için Pınar B.'yi dövdüğü belirtildi. Olayın Pertek Jandarma Karakol Komutanlığı'na bildirilmesi üzerine, ifadesi alınan Cemal Y., 5-6 yıldır Pınar B. ile ilişkisi olduğunu ve kendisinin rızasıyla cinsel ilişkiye girdiğini söyledi. Kızın akli dengesi yerinde olmamasına rağmen sağlık raporu olmadığı için Pertek Cumhuriyet Başsavcılığı ise skandal bir karar verdi. Savcılık, 'Kız çocuğunun reşit olması nedeniyle kendi rızasıyla böyle bir ilişkiye girdiğini ve şikayetçi olmadığı' gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığına karar vererek, tecavüzcüyü serbest bıraktı.

RAPOR ALAMIYORLAR

Pınar B.'nin zihinsel engelli olduğunu, ancak rapor çıkartacak güçlerinin olmadığını söyleyen Pınar B.'nin babası Hıdır B. kızının böyle bir olayla karşı karşıya kaldığı için mağdur olduklarını söyledi. Savcılığın kızının ifadesini sağlam bir kişi ifadesi olarak kabul ettiğini dile getiren Hıdır B., 'Son olarak Pınar ortadan kayboldu ve Pınar'ın Cemal Y. tarafından kaçırıldığını duyduk. Karakola şikayette ettik. Kızımın savcılıkta ifadesi alınmış, fakat kızımın akli dengesi yerinde değil. Çevredeki bütün köylülerde biliyor. Ancak zihinsel engelli raporu olmadığı için savcılık ifadesinde reşit olduğu belirtilmiş. 2 çocuğum zihinsel engelli eşimde Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde psikolojik tedavi görüyor. Davacı olmak istiyoruz ama Erzincan'a gidebilecek yol paramız bile yok' dedi. Yoksul ve kimsesiz oldukları için zihinsel engelli kızın mağduriyeti için hiç bir şey yapamadıklarını ifade eden Hıdır B., kızının psikolojik destek için yardım beklediklerini dile getirdi.

TEHDİT EDİYORDU

Pınar B.nin amcası Cafer B. ise, zihinsel engelli bir kız çocuğuna yıllarca cinsel istismarda bulunan bir kişinin insanlıktan nasibini almadığını dile getirdi. Olayı duyduktan sonra Tekirdağ'dan Dersim'e geldiğini söyleyen Cafer B., 'Yeğenim 24 yaşındadır ancak 10 yaşındaki çocuk aklına sahiptir. Bunca yıl acımasızca bu kıza cinsel tecavüzde bulunan bu şahıs nasıl da elini kolunu sallayarak geziyor' dedi. 6 yıldır cinsel istimara maruz kalan Pınar B., kendisiyle cinsel ilişkiye girdiğini iddia edilen Cemal Y.nin kaba dayağına maruz kaldığını ifade ederek, ailesine zarar vereceği korkusundan olayı kimseye anlatmadığını söyledi. Pınar B., 'Benimle cinsel ilişkiye giriyordu, 'Eğer birilerine söylersen ailenin hepsini öldüreceğim' diyordu. En son belime sopa ile vurdu. Evdekiler fark etti bende durumu açıkladım' dedi. 45 yaşındaki evli Cemal Y.'nin ailesi olayın doğru olmadığını savunarak, Pınar'ın zihinsel engelli olduğunu da kabul etti.

Ferhat Arslan
kaynak:DIHA

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Sıdıka Platin'in Hesabını Veremeyen Kavaf Artık İstifa Etsin!

"Sıdıka Platin şu anda, ölüme sebebiyet verecek derecede şiddet uygulayan eşi ile aynı evde yaşamaktadır"
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Milletvekili Fatma Kurtulan, geçtiğimiz Aralık'ta Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf'a sunduğu yazılı önergede böyle diyor ve soruyordu:
"Yıllardır şiddet gördüğü eşi ile aynı evde yaşamasına göz yumulan Sıdıka Platin'e, gördüğü şiddetin devam etmeyeceğine ve can güvenliğinin olduğuna ilişkin nasıl bir güvence verilmiştir?"
Van'ın Saray İlçesi'ne bağlı Kapıköy'de yaşayan Sıdıka Platin, Eylül 2009'da eşi Faruk Platin tarafından ağır şekilde dövüldü, kulağı kesildi. Van Kadın Sığınma Evine yerleştirilen Sıdıka Platin, 45 gün sonra eşine teslim edildi. Mahkeme tarafından bir yıl üç ay hapisle cezalandırılan Faruk Platin'in bu cezası ertelendi.
Altı ay sonra: Sıdıka Platin eşi tarafından yeniden ağır şekilde dövüldü; olaydan sonra kaçan Faruk Platin'den ise haber alınamıyor.
Bakan Kavaf'ın Kurtulan'ın soru önergesine verdiği cevaplara bakarsak; Sıdıka Platin evlendiğinden beri şiddet görüyordu. Yedi yıl önce ailesinin baskısıyla evlendirildi. 2004'te eşinin ağır şiddetine maruz kaldı, karakola sığındı, rızası alınmadan evine geri gönderildi. Bundan dört yıl sonra, 2008'de yine şiddet gördü; karakoldaki polisler onu yine "evine" yolladı.
Sıdıka Platin üçüncü şikayetinde koruma altına alındı ama Faruk Platin'in Van Cumhuriyet Başsavcılığı'na "Karımı zorla kuruluşta tutuyorlar" diyerek, kendisine teslim edilmesi için dilekçe verdi. İki gün sonra Sıdıka Pilatin, savcılığa dilekçe verip "babasının evine dönmek istemediğini, dönerse zorla evlendirileceğini, eşini sevdiğini, kuruluşta tutulmak istemediğini" söyledi.
Kavaf yazılı cevabında Sıdıka Platin'in önce verdiği ifadeleri neden değiştirdiğini sorgulamıyor; "Sıdıka Platin Konukevi'nde zorla tutulmamış olup, kuruluşta kaldığı süre içinde kendisine psikolojik ve tıbbi tedavi desteği sağlanmıştır" diyor.
Kavaf'ın cavabından anlaşılan Sıdıka Platin ve eşi Faruk Platin'in dilekçeleriyle ilgili, 23 Ekim 2009'da, Saray Asliye Ceza Mahkemesi görüş bildirdi: Sıdıka Platin ve çocuklarının ailelerine teslim edilmesinde bir sakınca yoktur. Bu görüş üzerine Sıdıka Platin, Saray Asliye Ceza Mahkemesi'nin kararıyla eşine teslim edildi.
Bakan Aliye Kavaf'a soru önergesine verdiği yanıtlardan yola çıkarak şu soruları sormak gerekiyor:
*Bakanlığınıza bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü'nün, "kadına yönelik şiddet ve töre/namus cinayetleri konusunda yürütülecek çalışmaları koordine ettiğini" belirttiniz; Genel Müdürlük yetkilileri hakkında "görevi ihmalden" soruşturma başlatacak mısınız?
* Müdürlüğünüze bağlı "Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2007-2010" yürürlüğe girdi; eylem planında Sıdıka Platin'in kendisini döven eşine teslim edilmesi var mıydı?
*Ailenin Korunmasına Dair Kanun'un uygulanmasıyla ilgili Bakanlığınızın 2008'de çıkardığı yönetmelik uyarınca, Sıdıka Platin'i eşine teslim eden kanunun uygulayıcıları hakkında soruşturma isteyecek misiniz?
*Bakanlığınız 2009'da, "Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesinde Yargı Mensuplarının Rolü Projesi Protokolü"nü imzaladı. Sıdıka Pilatin'in eşine teslim edilmesinde rolü olan hakimlerle ilgili soruşturma başlatılmasını Adalet Bakanlığı'ndan talep edecek misiniz?
*Bakanlığınız 2006'da "Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesinde Polisin Rolü ve Uygulanacak Prosedürler Eğitim Projesi Protokolü"nü imzaladı. Sıdıka Platin'i daha önce iki kez eşine teslim eden polisler hakkında İçişleri Bakanı'nı göreve çağıracak mısınız?
*Sıdıka Platin'in eşine, hayati tehlikesi olmasına karşın teslim edilmesini önlemediğiniz ve bunu soru önergesine verdiğiniz yanıtta savunduğunuz için Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık görevinizden istifa edecek misiniz? (SP)
Semra Pelek

Kaynak: www.bianet.org

13 Temmuz 2010 Salı

Erkek Adalet Değil Gerçek Adalet Yerini Buldu

Bugün tarihi bir gün, Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi, kadınların, aklın ve vicdanın çağrısına kulak vererek yapması gerekeni yaptı ve Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin hukuk dışı kararına direnerek gerçek adaleti uyguladı.

Yargıtay 5. Ceza Dairesi Şahin Öğüt hakkında verilen mahkumiyet kararlarını Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınmadığı gerekçesi ile bozmuştu. Bugün bozmadan sonraki ilk duruşma yapıldı ve Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin bozma kararına direndi. Dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda görüşülecek. Ve umudumuz o dur ki; Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınması zorlamasına artık bir son verilecek. Binlerce kadının ve çocuğun tecavüz travmasının üstüne bir de Adli Tıp Kurumu travması yaşamasının önüne geçilecek.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nu, kadınların, aklın ve vicdanın sesine kulak vermeye çağırıyoruz.

Üniversite hastaneleri resmi bilirkişi statüsündedir. Üniversite hastanelerinden alınmış “ruh sağlığı bozulmuştur” yönündeki raporlar yeterli ve geçerlidir. Adli Tıp Kurumunu binlerce tecavüz davasında rapor hazırlamak zorunda bırakan, bu nedenle en erken randevusunu 16 ay sonra vermesine sebep olan Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin hukuk ve mantık dışı uygulamasına artık bir son verilmelidir. Üniversite hastanelerinden alınan raporlar geçerli sayılmalıdır.

Bugün Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen karar kadınların tecavüze ve erkek egemen adalete karşı mücadelesinde çok önemli bir kazanımdır. Bizler, evde, sokakta, işyerinde kadınlar tecavüze uğramayana dek tecavüzcülerin ve suç ortaklarının peşini bırakmayacağız.

Üniversite hastanelerince verilen raporların geçerli sayılmasını, Adli Tıp Kurumunun Kapatılmasını, tecavüz kriz merkezlerinin açılmasını istiyoruz.

Erkek Adalet Değil, Gerçek Adalet İstiyoruz.

Yaşasın Kadın Dayanışması

Feministbiz

8 Temmuz 2010 Perşembe

13 Temmuz'da Duruşmaya!

Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Şahin Öğüt hakkında devam eden davalardan birinde de, 15 yıl önce işlediği tecavüz nedeni ile, 20 yıl hapis cezası verilmişti. Bu karar geçmiş tarihli tecavüz davalarının cezalandırılabilmesi yönünde emsal niteliğinde idi.

Davayı Ankara'dan FeministBiz, Kadın Dayanışma Vakfı, Kırkörük ve Ankara Kadın Platformu tüm aşamalarında takip etti.

Yargıtay 5. Ceza Dairesi, ruh sağlığının bozulduğuna dair raporun Adli Tıp Kurumundan alınmaması ve cezanın fazla olduğu gerekçesi ile mahkumiyet hükmünü bozdu.

13 Temmuz Salı günü bozmadan sonraki ilk duruşma yapılacak. Bu duruşmada Mahkeme'den, Yargıtay 5. Ceza Dairesi'nin bozma ilamına karşı direnme kararı vermesi talep edilecek.

Mahkeme direnme kararı verir ise dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu'na gidecek. Ve böylelikle belki de Yargıtay 5. Ceza Dairesi'nin Üniversite Hastanelerinden alınan "ruh sağlığı bozulmuştur" raporlarını hiçe sayan ve binlerce kadına-çocuğa bir de "Adli Tıp Travması" yaşatan "kaprisinin" önüne geçilebilecek.

Bu nedenle 13 Temmuz Salı günü yapılacak duruşmaya katılım çok çok önemli.

Duruşma salonundaki kadınların varlığının yerel mahkemeye direnme hükmü tesis etmesi yönünde olumlu bir katkı sağlayacağını umut ediyoruz.

Duruşme yeri ve saatini bir kez daha hatırlatmakta fayda var:

DURUŞMA YERİ : ANKARA 7. AĞIR CEZA MAHKEMESİ
TARİH : 13 Temmuz (Salı Günü) 2010
SAAT : 10:20

28 Haziran 2010 Pazartesi

Yalnızca Çocukların Değil, Kadınların da Adli Tıp Kurumu'na Sevkine Hayır!

Fincancı: Bakanlığın Yeterli Gördüğü Raporu Yargıtay Kabul Etmiyor

Adalet Bakanlığı cinsel istismara uğramış çocukların, Adli Tıp psikiyatri uzmanları yetersiz olduğu için, üniversitelerde muayene edilmesini istedi. İnsan Hakları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Fincancı’ya göre karar "olumlu" ama "Yargıtay’ın tersi içtihatları uygulamada sorun yaratabilir."

Cinsel istismar ve tecavüze uğrayan çocukların muayenesiyle ilgili Adalet Bakanlığı yeni bir uygulama başlattı. Bakanlık savcılıklara gönderdiği yazıda, Adli Tıp Kurumu 6. İhtisas Kurulu'nun çocuk psikiyatri uzman kadrosunun yetersiz olduğunu belirterek, mağdurların bağımsız kurullarda muayene edilmesini istedi.

Hacettepe raporu "eksik" bulundu
bianet'e açıklama yapan İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı, adil tıp uzmanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Bakanlığın kararını "olumlu" bulduğunu ama uygulamada sorunlar yaşanabileceğin belirtti.

Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi'nin, 16 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz ettiği gerekçesiyle 21 yıl hapse mahkûm ettiği opera sanatçısı Şahin Ö.'nun davasını hatırlatan Fincancı şöyle devam etti:

"Şahin Ö.'nün davasında mahkeme mağdur çocuğa Hacettepe Üniversitesi'nden verilen rapor ile karakolda çocukla yapılan görüşmenin video kayıtlarını yeterli görerek karar vermişti. Yargıtay ise mağdura hastaneden verilen raporun mahkemece geçerli sayılmasını 'eksik araştırma' kabul ederek, davayı bozdu. Yargıtay'ın bu içtihatları nedeniyle, şimdi Bakanlığın yazısı doğrultusunda alınan raporların bozulma ihtimali olabilir ama umarız böyle bir şeyle karşılaşmayız. "

Hakimler yasaya göre yetkili
Fincancı, mevcut yasaya göre hakimlerin bilirkişi atamakta serbest olduğunu anlatarak, "Aslında hakim böyle bir yazıya gerek olmadan bilirkişi atayabilir. Biz zaten başından beri Adli Tıp Kurumu'na karşıyız. Rapor veren bir kurum Bakanlığa bağlı olamaz. Çünkü özellikle devletin taraf olduğu davalarda kurumun bağımsızlığı zedeleniyor" diye konuştu.

Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürü Hakim Çetin Şen imzasıyla savcılıklara gönderilen yazıda, Adli Tıp Kurumu'nun kadro yetersizliği nedeniyle, raporları zamanında hazırlayamadığı belirtildi.

Yazıda, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı bulunan kurumların listesi verildi ve çocukların bu kurumlara sevk edilmesi istendi. (SP/TK)

Kaynak: www.bianet.org

Çocuklara Geç Rapor Tecavüzü

Adalet Bakanlığı, Adli Tıp Kurumu’nun çocuk psikiyatri uzmanlarının yetersiz olduğundan muayenelerin geciktiğini belirterek savcılıklara cinsel saldırı mağdurlarının üniversite ve diğer sağlık kurumlarından da rapor alabileceğini hatırlattı.

Tecavüz mağdurlarının ruh sağlığı raporları geç hazırlandığı için sanıkların tahliye edilmesinden sorumlu tutulup eleştirilen Adli Tıp Kurumu 6’ncı İhtisas Kurulu’na 2 yeni uzman atandı. Atamayı yapan Adalet Bakanlığı, bir yandan da savcılıklara yazı göndererek “Adli Tıp Kurumu’nun çocuk psikiyatrisi uzmanı kadrosunun yetersiz olması nedeniyle raporların zamanında hazırlanması bakımından yetersiz kaldığı, mağdurların muayenesi için uzun süreli randevular verildiği bilinmektedir” uyarısını yaptı.

Süreci hızlandırmak için rapor alınabilir
Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürü Hâkim Çetin Şen imzasıyla gönderilen yazıda Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı bulunan kurumların listesine yer verildi. Cinsel saldırı suçlarında mağdurun beden ve ruh sağlığının bozulup bozulmadığının araştırılması ve bu konuda düzenlenecek rapor sonucuna göre ceza tayin edilmesi gerektiği belirtilen yazıda, söz konusu raporların Adli Tıp Kurumu, Yüksek Öğretim Kurumları ve diğer sağlık kuruluşlarınca verilebildiği hatırlatıldı. Çocuk psikiyatrisi uzmanlarının bulunduğu kurumların hâkim ve savcılarca bilinmesinde fayda olacağı belirtilen yazıda, takdire bağlı olarak bu kurumlardan alınacak raporların soruşturma ve kovuşturmalara hız kazandıracağının düşünüldüğü vurgulandı.


İstanbul’da 5 Van’da 1 kurum
CUMHURİYET savcılıklarına gönderilen yazının ekinde bulunan Sağlık Bakanlığı’na bağlı kadrolarında Çocuk Psikiyatrisi uzmanlarının bulunduğu 50 kurumdan 5’i İstanbul’da. Adana ve Ankara’da 3, Konya, Kayseri, Gaziantep, İzmir ve Trabzon’da 2, Adıyaman, Afyon, Antalya, Aydın, Balıkesir, Bolu, Bursa, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum, Eskişehir, Hatay, Isparta, Mersin, İzmit, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Mardin, Ordu, Rize, Sakarya, Samsun, Sivas, Şanlıurfa, Van ve Batman’da 1’er kurumda Çocuk Psikiyatrisi uzmanı bulunuyor.


Namus cinayetleri yüzde 1400 arttı
MOR Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın önceki gün Beyoğlu’nda düzenlediği “Kadın Cinayetleri ve Feminist Mücadele” panelinde namus cinayetleri tartışıldı. Adalet Bakanlığı’nın raporlarına göre, son yedi yılda namus cinayetlerinde hayatını kaybeden kadınların sayısında yüzde bin 400 artış yaşandı.

Kaynak: Hürriyet

Kadınlar Taciz ve Tecavüzlere Karşı İstanbul'da Sokaktaydı

İstanbul Kadın Platformu üyeleri DÖKH üyesi K.S.'nin kaçırılarak cinsel şiddete maruz bırakıldığı Bağcılar'da oturma eylemi yaptı; "Savaşın tırmandırıldığı, operasyonların arttığı süreçte kadınlara yönelik şiddetin, tecavüzlerin artması tesadüf değil" dediler.

İstanbul Kadın Platformu üyeleri, Demokratik Özgür Kadın Hareketi (DÖKH) üyesi arkadaşları K.S.'nin 10 gün önce sivil polislerce kaçırılarak cinsel şiddete maruz kalmasını protesto etti.

Bağcılar'da, K.S.'nin kaçırıldığı tramvay durağında toplanan yaklaşık 50 kadın, buradan Kaymakamlığa yürümek istedi. Polis yürüyüşe izin vermeyince kadınlar yolu trafiğe kapatarak oturma eylemi yaptı.

"Arkadaşımız kaçırıldı, tecavüz edildi. Tecavüzcü polisler yargılansın" yazılı pankart açan kadınlar, "Yaşasın kadın dayanışması", "Jin jiyan azadi", "Gözaltında tacize, tecavüze son", "Tecavüzcü polisler hesap verecek", "Tecavüzcü polis hesap verecek" sloganları attı.

İstanbul Kadın Platformu adına basın açıklamasını Alev Arslan okudu.

Türkiye'de örgütlü, muhalif kadınların taciz ve tecavüze maruz bırakılmasının bir devlet politikası olduğunu söyleyen Arslan, "Biz kadınlar taciz ve tecavüz karşısında sessiz kalmayacağız" dedi.

"Kadınlara yönelik şiddetin ve tecavüzlerin artması tesadüf değil"
Açıklamada şu ifadeler yer aldı:

- Türkiye'de cinsel işkence, sistematik bir yıldırma politikası, savaş stratejisi, çeşitli alanlarda mücadele veren kadınları hedef alan bir bastırma ve cezalandırma aracı olarak kullanılıyor.

- 12 Mart'ta, 12 Eylül'de devrimci kadınlara sistematik cinsel işkence uygulayan, Kürt kadınlara tecavüzü 30 yıldır bir savaş stratejisi olarak kullanan devlet, bu yıldırma politikasını yeniden yürürlüğe koydu.

- Kürtlere yönelik operasyonların ve şiddetin arttığı bir dönemde birileri, bugüne kadar yaşanan devlet kaynaklı cinsel şiddet vakalarında sorumluların açığa çıkarılıp yargılanmamasına güvenerek, Kürt kadınları cinsel taciz ve tecavüz yöntemiyle susturmaya karar verdi.

- Savaşın alabildiğince tırmandırıldığı, operasyonların şiddetinin arttığı, savaş çığırtkanlarının kan istediği bu süreçte, kadınlara yönelik şiddetin, tecavüzlerin artması tesadüf değil.

- Bizler, taciz ve tecavüz karşısında susmayacağız. 10 gün önce arkadaşımızı kimlerin kaçırdığını, kimlerin 10 saat boyunca cinsel işkencede, tecavüzde bulunduğunu biliyoruz. Taciz ve tecavüzcülerin peşini bırakmayacağız.

"Konuşmayalım, kendimizi ele veriyoruz"
Bağcılar'da 17 Haziran akşamı saat 20.30 sıralarında beyaz renkli "Doblo" marka bir araçtan inen dört kişi, DÖKH üyesi K.S.'yi zorla arabaya bindirip bayıltarak kaçırmıştı. K.S.'nin ifadesine göre, saldırganlardan biri "Sen kendini ne sanıyorsun? İki aydır seni takip ediyoruz. Sonunda elimize geçtin" demişti. Diğer saldırgan ise "Konuşmayalım, kendimizi ele veriyoruz" diyerek arkadaşını susturmuştu. Saldırganlar, yıkık dökük bir binaya götürdükleri K.S.'ye 10 saat boyunca cinsel şiddet uygulayıp tecavüz girişiminde bulunmuştu. (BB)

Kaynak: www.bianet.org

26 Haziran 2010 Cumartesi

Kadın Cinayetlerine Karşı Tuzluçayır'daydık



Ankara Kadın Platformu üyeleri, kadına yönelik şiddetin, taciz ve tecavüzlerin önlenmesi için Tuzluçayır Mahallesi'nde stand kurup imza topladı; şiddetin önlenmesinde sorumluluğu bulunanları göreve çağırdı.

Ankara - BİA Haber Merkezi28 Haziran 2010, Pazartesi Ankara Kadın Platformu üyeleri, kadın cinayetlerine karşı "Yasta değil isyandayız" diyerek başlattıkları ve 25 Kasım'a kadar devam edecek kampanya kapsamında Mamak Tuzluçayır'daydı.

Tuzluçayır Mahallesi'nde stant açan platform üyeleri, kadına yönelik şiddetin, taciz ve tecavüzlerin önlenmesi için imza topladı, şiddetin önlenmesinde sorumluluğu bulunanları göreve çağırdı.

Standa Tuzluçayır'da yaşayan kadınlar yoğun ilgi gösterdi; iki saatte 200'ü aşkın imza toplandı. Platform üyeleri kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddetle ilgili hazırlamış oldukları broşürleri dağıttı. İmza vermeye gelen kadınlar ise etkinliğin yapıldığı gün Tuzluçayır'daki gecekonduların arasında tecavüz edilerek öldürülmüş bir kadın bulunduğunu belirtti.

"Başbakan, İçişleri Bakanı ve Kavaf istifa etmeli"
Platform üyesi Zeynep Ateş, kadın cinayetlerine karşı önlem almayan tüm devlet kurumlarının, kadına yönelik şiddet eylemlerinin suç ortağı olduğunu söyledi:

- Resmi rakamlara göre erkekler her gün en az üç kadını öldürüyor.

- Başta Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Aileden ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı, mahkemeler, savcılıklar, valilikler ve belediyeler olmak üzere, kadın cinayetlerine karşı önlem almayan tüm devlet kurumları, kadına yönelik şiddet eylemlerinde sorumluluğu var.

- Kadın ve çocukları şiddetten korumak için çıkartılan 2006/17 sayılı Başbakanlık genelgesinin takipçisi olmadığı için Başbakan; kadınların güvenliğini sağlamayan İçişleri Bakanı, cinayetlere seyirci kalan Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf derhal istifa etmelidir.

- 2006/17 sayılı Başbakanlık genelgesinin uygulanması, sığınma evleri ve danışma merkezleri açılması, kadın örgütlerinin açtığı sığınma evlerinin maddi sorunlar yüzünden kapanmasına engel olunması, kadınların yaşam hakkını koruyan yasal düzenlemeler yapılması için mücadelemizi sürdüreceğiz.

Ankara Kadın Platformu üyeleri, imza kampanyalarını bundan sonraki aylarda Ankara'nın farklı semtlerinde ve internet üzerinden sürdürecek. (BB/EÖ)

Kaynak: www.bianet.org

24 Haziran 2010 Perşembe

Kadın Cinayetlerine Karşi İmza Kampanyası, Tuzluçayır'da!

KADIN CİNAYETLERİNE KARŞI YASTA DEĞİL İSYANDAYIZ!
İMZA KAMPANYASI

26.06.2010 Cumartesi

Tuzluçayır'da, Tuzluçayırlı kadınların da katılımıyla imza kampanyası başlatıyoruz.
Katılımınızı bekliyoruz

Yer: Çiçek İş Merkezi karşısı
Saat:16.00-18.30
Birlikte gitmek isteyenler için
Kızılay Buluşma yeri : Yüksel Caddesi 15.30

ANKARA KADIN PLATFORMU

Tutuklanan Latife Canan Kaplan'a Destek

Latife Canan Kaplan, SGSS'yi ve YÖK'ü protesto ettiği gerekçesiyle, kesinleşmiş ve devam eden davaları dolayısıyla Bergama kapalı cezaevi A3 koğuşunda tutuluyor. Devam eden Yök davası için Ankaraya götürülmeyi bekliyor.
Latife Canan Kaplan Ege Üniversitesi Kadın Araştırmaları Bölümü Yüksek Lisans İkinci Sınıf öğrencisidir. Erica Jong ve Duygu Asena yapıtlarında kadın konulu tez çalışması yapmakta. Kadın Hakları savunucusu ve aktivistidir. Çevirmendir. Latife Canan Kaplan mücadele yürüten sosyalist bir kadındır. Gerek tez yazımı konusunda, kitap, dergi, yazı göndererek, gerek kart, faks ,mektup göndererek Canan'a yalnız olmadığını göstermenizi bekliyoruz.

Adres: Bergama Kapalı Cezaevi A3 Bergama İzmir

21 Haziran 2010 Pazartesi

İstanbul'da kaçırılan DÖKH aktivistine cinsel işkence

İstanbul - İstanbul'da DÖKH üyesi bir kadın kuşkulu bir şekilde kaçırılarak 10 saat cinsel işkenceye ve tecavüz girişimine maruz bırakıldı. 2003 Haziran ayında Gülbahar Gündüz'ün sivil polislerce kaçırılarak cinsel işkenceye maruz bırakılmasının yıldönümüne denk gelen olay akıllara 'failler polis mi?' sorusunu getirdi. İstanbul'un Bağcılar ilçesi Fevzi Çakmak Mahallesi'nde 17 Haziran'da akşam saat 20.30 sıralarında 4 kişi tarafından zorla bir araca bindirilerek bayıltıcı bir madde ile bayıltılan DÖKH aktivisti K.S. (21) götürüldüğü metruk bir binada cinsel işkenceye maruz bırakıldı.

Metruk bir binada baygın halde bırakıldı
K.S.'nin anlatımına göre, olay şöyle gelişti: Fevzi Çakmak Mahallesi'nde yolda yürüyen DÖKH aktivisti K.S. yakınında duran beyaz renkli 'Doblo' marka araçtan inen 4 kişi tarafından zorla araca bindirildi. Bağırmaya çalıştı ancak sokak tenha olduğu için sesini duyan olmadı ve bindirildiği araçta ağzını kapatan saldırganlardan biri 'sen kendini ne sanıyorsun, 2 aydır seni takip ediyoruz. Sonunda elimize geçtin' derken yanında bulunan diğer saldırgan ise, 'konuşmayalım, kendimizi ele veriyoruz' şeklinde konuştu. Bu arada saldırgan şahıslardan biri K.S.'ye bayıltıcı bir madde koklattı. Sonrasında bayılan K.S sabah saat 06.00'da kendine geldiğinde üzerinde giysiler çıkarılmış olarak, içinde eski bir çekyat ve yatak bulunan yerleşim yerlerinin oldukça dışında metruk kullanılmayan bir gecekondudaydı.

Yarı baygın halde kendini evden dışarı atan K.S. yaklaşık bir saat yerleşim yerlerine ulaşmak için yol yürüdü. Şok geçirmiş ve ağır travma halinde uzun süre nereye gittiğini bilmeden yolda yürüyen K.S., bindiği araçla bir yakınını yanına geldi. Bayıltılırken kullanılan maddenin ve geçirdiği şokun etkisi ile uzun süre kendine gelemeyen K.S. 18 Haziran akşam saatlerinde yakınları tarafından Türkiye İnsan Hakları Vakfı'na (TİHV) götürüldü. Buradan sevk edildiği Özel Huzur Hastanesi'nde muayene dilen K.S.'ye tecavüz girişiminde bulunulduğu tespit edildi. Genital bölgede zorlanma tespit edilen K.S.'nin ayrıca iç çamaşırında ise sperm bulgusuna rastlandı. Ayrıca doktorlar yaşananları etkisiyle şoka bağlı olarak ağır bir travma yaşadığını tepti etti. K.S. ve DÖKH'lü avukatlar polis olduğu tahmin edilen kişiler hakkında Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunacak. Saldırıya ilişkin kadın örgütlerinin yarın İstanbul'da basın açıklaması yapması bekleniyor.

Haziran ayının seçilmesi dikkat çekici
Politik alanda çalışan Kürt kadınlarına yönelik daha öncede gündeme gelen ve özellikle saldırı için seçilen ay Haziran olarak seçilen bu tür saldırıların faili olan polisler açığa çıkarılarak yargılanmamıştı. DEHAP İstanbul İl Kadın Kolları Yöneticisi Gülbahar Gündüz, 14 Haziran 2003 yılında 4 sivil polis tarafından kaçılarak, işkence ve tecavüze maruz kalmıştı. Baş ve sırtı başta olmak üzere vücudunun çeşitli yerlerinden darp edilen Gündüz, aynı zamanda yüzünde sigara söndürülmüş ve tecavüze uğramıştı. Gündüz'ü kaçıran polisler tarafından 'Genel Af kampanyası için neden siz kadınlar öncülük yapıyorsunuz. Kadın olduğunuz için size sokakta dokunamayacağımızı mı sanıyorsunuz. İşte bu siz kadınlara bir örnek olsun' denmesiyle sistem barış, demokrasi ve özgürlük için mücadele veren kadına karşı gerçekliğini, en acımasız ve çirkin yüzünü ortaya çıkarmıştı.

Gündüz'ün maruz kaldığı işkence ve tecavüz bulguları doktor raporlarında yer almasına rağmen, polisler hakkında açılan dava delil yetersizliğinden kapatıldı. Dava Gündüz'ün avukatları aracılığıyla AİHM'e taşındı.

Diyarbakır'da 21 Haziran'da bir eve polis tarafından yapılan baskın sonucunda evde misafir olarak bulunan DÖKH aktivisti bir kadına yönelik 'cinsel işkence' sivil polisler tarafından cinsel işkence yapılmıştı. Konuya ilişkin DÖKH avukatlarını yaptığı başvurulara rağmen emniyet tarafından soruşturma kapatılmıştı.

Pınar Ural
DİHA

17 Haziran 2010 Perşembe

Trabzon'da da Kadınlar Adli Tıp'a Karşı Sokaktaydılar

Karadeniz Kadın Dayanışma Derneği kamuoyunda ‘Kasklı Sapık’ olarak tanınan Şahin Öğüt hakkında verilen mahkumiyet kararlarının Yargıtay tarafından bozulmasına tepki amaçlı eylem yaptı.

Meydan Parkı’ndaki sessiz eylem öncesi bir basın açıklaması yapan Dernek üyeleri dehşet içinde olduklarını söylediler.

TRABZON’DAKİ İNTİHAR OLAYLARI

Dernek adına açıklamayı yapan Nilüfer Akgün, son günlerde Trabzon’da meydana gelen intihar olaylarının yürekleri yaktığını söyledi. Akgün, Trabzon il genelinde 2010 yılının ilk 4 ayında toplam 152 intihar girişimi yaşandığını, bunların 101’inin kadın ve 6’sının yaşamına son verdiğini belirterek, "Kadından bir anlamda nefret eden, ailenin ve toplumun yoksullaşmasını en çok onun üzerine yığan onu değersiz ve yok sayan bir toplumsal yapının sonucudur" diye konuştu. Akgün, intihar eden kadınların geleneksel yaşam sürdürdüklerini farklı hayatlar yaşamadıklarına işaret ederek, "Ekonomik zorlukları, farklı şiddet şekillerini yaşadılar. Yaşanan olaylar kamu tarafından kınanmamaktadır. Kimse geleneklerin, alışkanlıkların, toplumsal değerlerin kadınların hayatlarına son veren yanlarına yönelmemektedir. Hayatların bitişen sessiz kalınarak onay verenler suçlusunuz. Eğer sesinizi bizimle birlikte yükseltmezseniz hepimiz için çok geç olabilir" ifadelerini kullandı.
Akgün Trabzon’daki intihar olaylarının gerçek nedenleri ortaya çıkıncaya kadar da haykıracaklarını kaydetti.

‘ATK ÜNİVERSİTE HASTANELERİNDEN ÜSTÜN DEĞİLDİR’
Akgün, Adli Tıp Kurumu’nun daha önce de Hüseyin Üzmez davasında verdiği kararı unutmadıklarını belirterek, "Yine Yargıtay’ın, Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınmadığı gerekçesiyle bozduğu diğer dosyalarda da, bulunmaktadır. Bizler üniversite hastanelerinin, YÖK Kanunu ve Adli Tıp Kanunu uyarınca resmi bilirkişi statüsünde olduğunu, Adli Tıp Kurumu’nun, üniversite hastanelerinden hiyerarşik ve bilimsel bir üstünlüğü bulunmadığını biliyoruz’ dedi. Akgün, buna karşın Yargıtay Ceza Dairelerinin, üniversite hastanelerinden alınan raporları yok saymasını, İstanbul Adli Tıp Kurumundan rapor alınsın diye ısrar etmesini anlamakta güçlük çektiklerini ifade ederek şunları söyledi:

‘ÜNİVERSİTE HASTANE RAPORLARI GEÇERLİ SAYILMALIDIR’
"İstanbul Adli Tıp Kurumu’nun ise en erken 2011 yılına randevu verdiği düşünüldüğünde, dosyalarda bu sebeple verilen bozma kararları sonucunda, çocuklar-kadınlar tekrar tekrar travma yaşıyor. Öte yandan Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin Şahin Öğüt’e verilen cezayı fazla bulması da oldukça manidardır. Bu kararıyla Yargıtay yerel mahkemelere tecüvüz edenlerle ilgili çok yüksek hapis cezaları vermeyin, hatta onları beraat ettirin mi demek istemektedir. Buradan Yargıtay’a sesleniyoruz: Tecavüz davalarında üniversite hastanelerinden alınmış raporlar yeterli ve geçerli kabul edilmelidir.
‘ADLİ TIP KURUMU KAPATILMALIDIR’Buradan Yürütmeye sesleniyoruz: Adli Tıp Kurumu derhal kapatılmalıdır. Adli Tıp Kurumu’nun kamuoyu nezdinde hiçbir güvenirliliği ve itibarı kalmamıştır. Bağımsız üniversite hastaneleri bilirkişi olarak kabul edilmelidir. Bu düzenleme derhal hayata geçirilmelidir.Buradan Mahkemelere sesleniyoruz: Yargıtay’ın Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınması gerekçesi ile bozduğu kararlarınızda direnin. Çocukları, kadınları Adli Tıp Kurumu’na göndermeyin. Bizler, üniversite hastanelerince verilen raporlar geçerli sayılana, Adli Tıp Kurumu kapatılana, tecavüz kriz merkezleri açılana kadar haykıracağız."

Açıklamanın ardından Dernek üyeleri 10 dakika sessiz oturma eyleminin ardından intiharı anlatan kısa bir tiyatro oyunu sergilediler.

kaynak: www.gunebakis.com.tr