26 Kasım 2010 Cuma

KAMER'den Başbakan'a açık mektup

KAMER'den Başbakan'a açık mektup

KAMER Vakfı Başkanı Akkoç 25 Kasım nedeniyle Erdoğan'a kamuoyuna açık mektup göndererek, Güneydoğu'da yaşayan kadınların sorunlarına dikkat çekti



Kamer Vakfı Başkanı Nebahat Akkoç'un Başbakan'a başlıklı mektubu aynen şöyle:

Bizler Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin 23 ilinde kadının insan hakları konusunda çalışan farklı özelliklere sahip kadınlarız.

Kendisini Türk, Kürt, Arap, Zaza, Azeri olarak tanımlayanlarımız var. Farklı inanç gruplarından olanlarımız, baş örtülülerimiz, baş örtüsüzlerimiz var.
Bizi buluşturan şey bütün farklılıklarımıza rağmen kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarımızın aynı olması.

1997 yılından bu yana kadına yönelik şiddet, namus adına işlenen cinayetler konusunda son derece yorucu ve tehlikeli bir çalışma yürütmekteyiz.
Hükümetiniz döneminde sağlanan yasal değişiklikler, çıkarılan genelgeler bizim için son derece önemli oldu.

Ama tüm bu olumlu değişikliklere rağmen zihniyet değişikliği sağlanmadıkça kadınların şiddet yaşamaya, öldürülmeye devam edeceğini biliyoruz.
Nitekim 2010 yılı boyunca 400 civarında kadının öldürüldüğünü hep birlikte basından takip ettik.

Yine 2010 yılı içinde öldürülmek üzere iken kadın merkezlerimize başvuran 100 civarında kadın hayatta kaldı. En büyük sıkıntımız özellikle yetki ve sorumluluk sahibi insanların cinsiyet eşitliği konusundaki geleneksel zihniyetleridir.

Bu mektuba yazdıklarımızı 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Son Günü’nde sizinle yüz yüze görüşerek anlatmak istemiştik ama yoğun programınız nedeniyle mümkün olmadı.

Son zamanlarda çeşitli platformlarda dile getirdiğiniz görüşleriniz ile ilgili düşüncelerimizi hem size duyurmak hem de kamuoyu ile paylaşmak istedik.

Biz kadın ve erkeklerin hak ve fırsatlar anlamında eşit olduğunu savunmaktayız.

Ama kadın ve erkeklerin fiziksel anlamda eşit olduğunu hiçbir zaman savunmadık, böyle bir eşitlikten bahsedildiğini de hiç duymadık.
Kadın ve erkeklerin fiziksel eşitliği söz konusu olamayacağı gibi kadınların veya erkeklerin kendi cinsleri içinde de fiziksel eşitliğinden bahsedemeyiz. Yaradılış olarak birbirinin aynı iki insan bulmak mümkün değildir.
Biyolojik farklılıklar nedeniyle erkeklerin çocuk doğurmasını ya da emzirmesini beklemiyoruz.

Ama kadın ve erkeklerin eşit haklara sahip olmaları gerektiğini, anne ve babaların çocuklarının bütün sorumluluklarını eşit olarak üstelenmeleri gerektiğini, kadın ve erkeklerin kendi kararları doğrultusunda yaşamaları gerektiğini savunuyoruz.

Her gün onlarcasına şahit olduğumuz kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin son bulması için kadınların ve erkeklerin ortak mücadelesine ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.

Fakat siz eşitlikten ziyade eşitsizliğe vurgu yaptıkça, biz kadına yönelik şiddet konusunda çalışmakta zorlanıyoruz.
Yıllardır hiç durmadan çalışarak araladığımız kapılar yeniden kapanmaya başladı.

Kadınlar güçlenmeden eşitlik hedefine ulaşılamayacağını biliyoruz.
Şiddetin panzehirinin “güç” olduğuna inanıyoruz. Bizim “güç” ten kastımız kaba kuvvet, silah ya da tek başına para değil.

Biz “güç” derken bilgiden, beceriden, ekonomik özgürlükten bahsediyoruz. Yüzyıllardır eğitim, seyahat, çalışma hakkımız gasp edildi. Okuyup öğrenemedik, görüp öğrenemedik, çalışıp öğrenemedik. Güçsüzleştik. Biz güçsüzleştikçe şiddet arttı, şiddet arttıkça biz güçsüzleştik.

Özgüvenimizi kaybettik. Bize kalkan eli, bize doğrultulan silahı tutup indirecek gücü bulamadık.

Şimdi de bizim güçlenmemizden korkulduğunu görüyoruz. “Biz güçlenirsek toplum yozlaşırmış. Biz güçlenirsek aile yapısı bozulurmuş.”
Bu endişelerin kadınların ikincil durumunu muhafaza etmeye yönelik çabaların ürünü olduğunu, biz güçlenmeden ne ailenin ne de toplumun güçlenemeyeceğini biliyoruz.

Biz kadınlara pozitif ayrımcılıktan yanayız ve “kota”yı savunuyoruz.

“Kota”ya karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Çünkü sadece cinsiyetinden dolayı kadınlara öncelik tanınmasını istemediğinizi belirtmişsiniz.

Bizim de nihai hedefimiz bu. Ancak ne zaman ki kadınların sadece cinsiyetlerinden dolayı yaşadıkları ayrımcılık, şiddet ve cinayetler son bulur işte o zaman “kota”dan bahsetmeye gerek kalmayacak.

Ama tüm bu acı gerçekler orta yerde duruyorken “kota”ya karşı çıkmak ne yazık ki eşitsizliği perçinleyen bir tavır olmaya devam edecektir. Bugüne kadar eşit hak ve fırsatlardan faydalanamamış olanları aynı kulvarda yarıştırmak haksızlıktır.

"KRALLAR VUR DEYİNCE KRALCILAR ÖLDÜRÜYOR"

Bu cümleyi “teşbihte hata olmaz” düşüncesiyle kullandık. Ne size kral, ne de kimseye kralcı demek istiyoruz.

Ama siz kotaya karşı çıktıkça, siz (fiziksel de olsa) eşitliğe inanmadığınızı sık sık vurguladıkça herkes söylediklerinizi anlamak istediği gibi anlıyor ve biz çalışırken zorlanıyoruz.

Son yıllarda rejim değişikliği için harcadığınız çabayı umutla izlemekteyiz.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yıllardır süregelen siyasi şiddet, yoksulluk ve feodal yapı, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün 2008 yılında yaptırdığı Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’nın da gösterdiği gibi bu bölgedeki kadınları Türkiye’nin genelinin de ötesinde boyutlarda şiddete maruz bırakmaktadır.

Kadınlar “dil”den kaynaklanan iletişimsizlik nedeniyle haklarından habersiz kalıyorlar, birçok kamu hizmetine erişemiyorlar.

Merkezlerimize başvuran kadınların yaklaşık yüzde 55’i okur yazar değiller, yaklaşık yüzde 38’i hiç Türkçe konuşamıyor.

“Anadil” konusu siyasi bir talep değil bir insan hakkıdır.

Kadınlar çapraz bir baskı altında ne anadilleri ile ne de anadilleri dışında bir dil ile okur yazar olamadılar, anadilleri dışında bir dil ile iletişim kurmayı öğrenemediler, herkesin doğuştan sahip olduğu temel insan haklarından yararlanamadılar.

2006 yılında yayınlanan ve “Başbakanlık Genelgesi” olarak tanınan “Kadın ve Çocuklara Yönelik Şiddet ile Mücadele Genelgesi” cinsiyet eşitliği sağlama konusunda önemli bir adım olabilecek bir düzenlemedir. Fakat uygulamada ciddi sorunlarla ve dirençle karşılaşmaktayız. Bu genelgenin tarif ettiği rol ve görevlerin yerine getirilmesi için gerekli tedbirlerin alınması kadınların şiddet yaşamasını, öldürülmesini önleyecek önemli bir gelişme olacaktır.

Kadınların sorunlarının ve bu sorunlara yönelik çözümlerin tarif edilmediği bir demokratik açılım sürecinin başarılı olabilmesinin mümkün olmadığını düşünmekteyiz."


Kaynak:Kazete(http://www.kazete.com.tr/haber_detay.php?hid=9628)

25 Kasım 2010 Perşembe

Bu "O"nun Hikayesi

Yarı baygın bir kadın, bilmediği bir odada. Odaya giren çıkan erkeklerin haddi hesabı yok. Bu, o odadaki, yarı baygın kadının hikâyesidir. Bu 25 Kasım'da yüzleşelim istedim bazı gerçeklerle.

Elif DUMANLI

Bu yazıyı, ben ve O, eylemleri ile cinsel şiddete maruz kalmış kadınlara güç ve destek veren Feministbiz'e ithaf ediyoruz.

Başlıyorum. Hikâyesini daha önce belli aralıklarla telefonda dinlemiş, boşluk kalan yerlerde de soru sorarak yazılı olarak istemiş, öğrenmiştim. Sorgulamam bitmedi bir türlü. Yüz yüze görüşme fırsatı bulduğumda da ağlamadan ve ağlamasına da izin vermeden dinledim. Alman devletinin katlettiği kadın yoldaşımız Ulrike Meinhof'un "Üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim" sözü, duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyor. Ağlamak mı? Belki... Ama öfkeli olmayı yeğliyorum, mücadele için.

"Tecavüz hiç aklıma gelmedi"

Toplu tecavüzü planlayan erkek meslek sahibidir. Saygın bir yeri vardır toplum içinde. Genellikle tecavüzcü erkeklerin fakir, cinsel hastalığı olan sapkın tipler olduğu sanılır. Öyle sanılması isteniyor özellikle ve bizler yüzleşmek yerine bu istenilen algının tuzağına düşeriz kolaylıkla.

Geçelim tecavüz gününe. Sıradan bir gündür. Hep birlikte okey oynanır. Bir ara biri, akşama bir parti verileceğini, bir erkek gruplarının olduğunu, bu partiye kendisinin de gelmesini isterler. "Erkek grubu" sözünü kapatmak ister diğer bir erkek. Gereksiz yere gizli şeyler anlatılmaktadır. Sinsi gülüşlerden rahatsız olur. Akşam çalıştığı için gelemeyeceğini söyler. Erkekler ısrarcıdır.

"Aklıma hiç tecavüz gelmedi. Özellikle de toplu. Erkek grupları olduğunu söylüyorlardı. Anlayamadım tabii. Hepsi de evli, saygın tipler. Hepsinin de toplanıp bir kadına özellikle de bana tecavüz edebilecekleri hiç aklıma gelmedi. Nasıl gelsin ki, oturmuşuz adamlarla eşlerinden, çocuklarından konuşuyoruz."

"Hiyerarşik tecavüz"

İçtiği son çaydır. Kalkacaktır. Akşam çalışacağı için biraz dinlenmesi gerekmektedir. Kalkmaya çalışır. Vücudu ağırlaşmıştır. Hareket edemez. Beyni ile vücudu arasında bağ kopar.

"Kendi kendime konuşuyordum. Ama ağzımı açamıyor ve vücudumu hareket ettiremiyordum."

Bir odadadır artık. Biraz önce birlikte oturduğu saygın erkekler teker teker odaya girerler.

"Biliyor musun, tecavüzü hiyerarşik yaptılar. İlkönce toplumsal olarak en yüksekte olan erkek girdi odaya sonra hiyerarşik bir sıralama izlendi."

Erkeklerin toplumsal statülerini söylemeyeceğim. Özellikle söylemiyorum. Neden mi? Polemik yapma nedeni sayıyor bazı kadın ve erkekler bunu. Yüzleşmek ve mücadele etmek zor. Ama polemik yapmak kolay. Polemiğe sebep neden ise bu tecavüzcü erkeklerin bir çoğunun bir meslek örgütüne üye olması.

Cinsel haz değil iktidar hırsı

Olayı anlatırken araya girip neden kendisini seçtiklerini soruyorum. "Fakir bir ailenin kızıydım. Babam yoktu. Yani hesap soracak ne sosyal bir statü ne de bir erkeğe sahiptim onların gözünde. Kolay avdım."

Tecavüz anına, odaya geri dönelim. Dönmek zor olduğu için araya girmişti sorum. Nefes almak, ağlama hissimi köreltmekti amacım.

Kaç adam tecavüz etmişti? Hatırlamıyor. Hatırlayamıyor. Ama bir tanesi...

"Adam gözlerine bakmamı ve 'Güzel mi? Hoşuna gidiyor mu?' diye sorduğunda, 'güzel' dememi bekliyordu. 'Hayır' dedim inatla. Ben 'hayır' dedikçe, öfkeden kuduruyordu. Bir ara elinde bir sopa gördüm. Sopayı öfkeyle rahmime soktu ve tekrar sordu 'Güzel mi? Zevk alıyor musun?' Acıdan dilimi ısırmamak için yorganı ısırdım. Çaresizlikten 'evet' dedim."

Evet, dedirttirmeye çalışan adamın derdi ne sizce? Sadece boşalmak mı? Biz buna iktidar hırsı diyoruz. Batı Almanya'da cinsel saldırı suçundan ceza almış erkekler üzerinde yapılan araştırmada, cinsel saldırıyı planlayarak yaptıklarını ve amaçlarının cinsel haz değil, iktidar olduğunu belirtmişler. Buna da "Güçlü olma duygusunu canlı bir insan üzerinde yaşamanın çekiciliği" diyorlar.

Odaya iki çocuk girer
Amaç iktidar olunca, iktidardaki erkeklerin, iktidarı kullanma araçlarını varislerine öğretmesi gerekiyordu. Babaları tarafından odaya 13 ve 16 yaşında iki oğlan çocuğu getirilir. Baba dışarı çıkar.

"Çocuklar, bacaklarımı ayırıyor, oraya buraya çekiyorlar. Ellerini, kollarını vajinama sokuyorlar. Çakmak yakıp inceliyorlar."

Oğlan çocuklarının incelemeleri bittikten sonra tecavüze sıra gelir.

Odaya getirilen erkeklerden biri, parçalanmış vajinayla kanlar içinde yarı baygın yatan bir kadın görünce, "Hani istiyordu?" der ve vazgeçmek ister. Tecavüzcü organizatör, adama bir kere kapıya kadar geldiğini, vazgeçemeyeceğini belirtir. Tecavüze ortak olur.

Tecavüz hiyerarşik gerçekleşmişti demiştik. Odaya getirilen en son erkek, hiyerarşinin en başındaki adamın işyerinde çalıştırdığı bir işçidir. "Adam iğrenç kokuyordu."

"Nasıl olsa bir kadın bunu kimseye anlatamaz"

Saatlerce süren tecavüz bitmiş, sıra kurbandan kurtulmaya gelmiştir.

"Bir aracın içindeydim. Beni nasıl öldüreceklerini tartışıyorlardı. Halen bedenime hâkim olamıyordum. Kendi kendime konuşuyordum ama ağzımı açamıyordum. Beni bir koydan denize atacaklardı. Yüzme bilmiyordum. Nasıl kurtulabileceğimi düşünüyorum."

Tecavüzü planlayan erkek, diğer erkeği öldürmemek konusunda ikna etme çabasındadır. Neden katil olsunlar ki? Ne gereği var. Nasıl olsa bir kadın bunu kimseye anlatamaz, üstelik yargı, toplum onlardan yana.

"Tüm gücümü toparlayarak, en sonunda, 'İşe yetişmem gerekiyor' dedim."

Her şeyin normal devam edeceğini iddia eden tecavüzcü organizatör, bu laf üzerine, iddiasının geçerliliğini ispat etmiş olur.

Travma anını unutma: Amnezi

İşyerinin önüne bırakılır. Merakla O'nu bekleyen iş arkadaşı, kendisini öyle görünce panik olur. Ne olduğunu sorar. Yaşadıklarını unutmuştur anında. Bacaklarının arasından akan kanı da bacaklarına yapışıp tenine ten olan spermleri de açıklayamaz bir türlü. Yıkanır. Suyun altında, saatlerce, tenleşen spermleri tırnaklarıyla kazır.

Ertesi gün kendine geldiğinde, vücudunun üzerindeki el izlerini anlamaya çalışır.

"Biliyor musun, kalçalarımda parmak ve el izleri vardı."

Kanaması durmaz. Pedlerin ardı arkası kesilmez. O sıcakta, vücudundaki izler gözükmesin diye uzun etekler ve uzun kollu bluzlar giyer. Tıpta, travma anında unutmaya "amnezi" deniyor. Tıbbi adını özellikle veriyorum çünkü anında hatırlayıp şikâyette bulunamaması sonradan mücadeleye başladığında karşısına bir sorun olarak çıkacaktır.

Yaşadığı şehir dar gelmeye başlar O'na. Travmatik amnezi sebebiyle yaşadığı şehirden neden kurtulmak istediğini anlamlandıramaz. Gitmek ister. Sırt çantasını sırtına takar ve kimsesi olmayan İstanbul'a gelir.

"En güvenilir yer İstanbul gibi geldi. Kaybolmak istiyordum."

Evet, fakirdi ve sosyal olarak O'na sahip çıkacak kimsesi yoktu ama tecavüzcü erkeklerin hesaba katmadıkları bir şey vardı. O, sosyalist bir kadındı ve örgütlüydü.

"Partili kadın arkadaş sahip çıktı."

Elindeki üç beş kuruş parayla izbe bir yer kiralar. Partili kadınların verdikleri eşyalarla kendine yeni bir hayat kurar.

"Yattığım kanepeyi bir görseydin. Kir içindeydi. Bir tane elektrikli ocağım vardı. Üzerinde hem yemek yapıyorum hem de ısınıyordum."

İki üç ay geçmiştir. Geceleri kâbus görmeye başlar. Kâbuslar param parçadır. Tecavüze uğramıştır ama nasıl? Avukata gider önce. Avukat O'nu Mor Çatı'ya yönlendirir. Terapi dönemi başlar. Sekiz ay geçmiştir. Tecavüzün tamamını hatırladığı an çılgına döner. Suç duyurunda bulunur.

Suç duyurusunda bulundu, adalet yerini buldu mu?

Suç duyurunda bulundu, adalet yerini buldu sanmayın. Bu hangi olaydı? Biz nerede okuduk, duyduk, seyrettik de demeyin kendinize. Devam ediyorum.

Suç duyurusunda bulunur ama savcı suç duyurusunu işleme koymak istemez. Karakoldan başlayayım en iyisi. Karakola gider avukatlarıyla birlikte. Tecavüzün gerçekleştiği yer jandarmanın alanıdır. Karakol komutanı şikâyet edilen adamları telefonla çağırır. Üsluba bakın.

"Hocam hakkınızda bir şikâyet var. Önemli değil ama siz yine de avukatınızla gelin."

Gelen onca erkeğin ifadesi yarım saat sürmüştür. "Suçu kabul etmiyorum" cümlesini yazarlar ve karakoldan ayrılırlar, karakol komutanının sıcak, yakın ilgisiyle ve tokalaşarak. Karakol komutanı ile bu adamların normalde samimi olmamaları hatta birbirlerini tanımamaları gerekmektedir siyasi olarak.

"Kadının bedenini yağmalamaya gelince erkekler organları üzerinden işbirliği yapıyorlar. Siyaset falan kalmıyor ortalıkta."

Avukatlar, tecavüzle itham edilen adamların serbest bırakılmalarına itiraz ederler ve 13 ile 16 yaşındaki çocukların ifadelerinin savcılıkta alınmasının gerektiğini hatırlatırlar. Gülünür. Dalga geçilir. "Çok istediğiniz insan hakları işte" denir.

"Adli Tıp Kurumu raporuna rağmen dava açılmadı"
Tecavüze maruz bırakılan kadın, tecavüze maruz bırakıldığı yerin adli tıbbına gönderilir. Doktor da "tecavüzden dolayı doktora gelinir mi" edasındadır. Muayene edip rapor yazmak istemez. Gelenlerin kadın kurumlarından gelip gelmediğini merak eder, hemşire aracılığı ile öğrenmeye çalışır. Muayene etmediği takdirde kadın örgütlerinin hastaneye çağrılacağı söylenir. O zaman doktor sadece jinekolojik muayene yapar.

"Jinekolojik muayenede kanama olur mu?"

Ben O'na sorular sorarken, O da bana sormuştu. Tabii ki hayır. Kanamazdı. Doktor beyimiz artık nasıl bir düşünce ve algıyla muayene etti ki adalet aramaması gereken kadına, kendince had bildirdi. Muayene sonucu, "Bakire değildir. Psikolojik sorunu yoktur" yazar. Adli tıpçılar ne zaman psikolog ya da psikiyatr oldu bilinmez. Doktor bununla da yetinmez. Kendi raporunu kabul etmeyeceklerini düşünerek, kendisinden daha beter rapor yazacaklarını düşündüğü için İstanbul Adli Tıp Kurumu'na sevk eder.

"Adli Tıp Kurumu'na gittim. Sürekli ağlıyordum. İçeriye girdiğimde beni genç bir psikolog kadın karşıladı. Kurulla karşılaşmamı istemedi. Beni dinledi. Dinledikçe de anlattıklarımı kurula aktardı. Yirmi sayfaya yakın bir rapor hazırlandı. Rapor, tecavüzü doğruluyordu." İstanbul Adli Tıp Kurumu'nun raporuna rağmen dava açılmaz. Talep edilen baz tespiti yapılmaz.

"Artık iki kişiydik"

Vazgeçmez. Mücadele için kendisi gibi kadınları bulmaya çalışır. Eren Keskin'e ve N.Ç'ye ulaşır. Eren Keskin, mücadelesine İnsan Hakları Derneği'nde (İHD) devam etmesini öğütler. "Keşke öğüdünü dinleseydim." Meselenin kadın örgütlerinin meselesini olduğunu düşünür.

"İHD'ye gitmedim. Feministleri dolaşmaya başladım. Bazıları, 'Biz travmalı kadınların örgütlenmesine karşıyız' dedi. Bazıları 'İyi bir şey yapıyorsun, bunu bi toplantıda konuşalım sana geri döneriz' dedi. Bazıları da 'Feministler bu konuyla mücadele edemedi sen mi tek başına mücadele edeceksin' dedi. Umudum kesilmeye başlamıştı. Sosyalist Feminist Kolektif'te benim durumumda olan bir kadın arkadaş olduğunu söylediler. Telefon numaramı verdim ve bekledim. Telefon ettiğinde sevinçten uçtum resmen. Halen vajinal kanamam vardı. Bacağımdan kan akıyordu. Görüyordum. Ağrıdan da duramıyordum. Ama buluşmaya gittim. Buluştuk. Hemen pet aldım. Ağrı kesiciler ve petlerle gün boyu birlikte geçirdik zamanımızı. Artık iki kişiydik. Mücadele iki koldan devam ettik. Bir gün, bir panel çıkışı Pınar Selek'in önünü kestim. Durumu anlattım. Ne istediğimi sordu. Anlattım. Böylece Taciz ve Tecavüze Son İnsiyatifi'nin e-mail grubu kuruldu. Cinsel Şiddete Karşı Kadın Plaftormu'nu kuruluşunda yer aldık. İnsiyatif adına toplantılara katılmaya başladık."

Hikaye burada bitmedi

İki yılı bulmasına rağmen henüz dava açılmamıştı. Açılmıyordu. "Dava açılmadıkça kendimi çaresiz ve aşağılanmış hissediyordum. Çok kötüydüm. Nerdeyse intihar edecek haldeydim. Geçen nisanda Ankara'daki Feministbiz eylem yaptığında Adalet Bakanlığı davanın açılması emirini verdi. O zaman tekrar hayata tutundum."

O, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve iç hukuk yollarında mücadeleye devam ediyor.

"Bu benim değil kadınların mücadelesi olmalı."

"Demkoratik Özgür Kadın Hareketi'nin (DÖKH) yapmış olduğu 'Demokratik Özgür Toplumu Yaratalım Tecavüz Kültürünü Aşalım' kampanyası başladığında çok heyecanlandım. Tecavüzün ulusal boyutu olduğu kadar sınıfsaldır da. Ulusal boyutla sınıfsal boyutun birleşmesi ve birlikte mücadele edilmesi gerekmektedir. Heyecanlandım ama heyecanım kursağımda kaldı. Bir türlü Kürt kadınlarıyla birlikte hareket edebilme şansını yakalayamadık."

Bu hikâye burada bitti sanmayın. Cinsel şiddet son bulduğunda bitecek bu ve buna benzer tüm hikâyeler.

Kaynak:Bianet(ED/BB)http://www.bianet.org/bianet/kadin/126225-bu-onun-hikayesi(25.11.2010)

24 Kasım 2010 Çarşamba

Pınar Selek için taraf olmak

KARİN KARAKAŞLI:Benim nesnelliğim Pınar Selek konusunda taraf olmamı gerektiriyor. Sizin de Pınar Selek'ten yana taraf olmanızı istiyorum.(Radikal:24.11.2010)


Hani kişisel olarak size dokununca başka türlü hissedersiniz ya bir olayı, en çok kafa karışıklığına bulaştırılmış meselelerden biri olan ‘Pınar Selek davası’nı bir de içeriden dinlemenizi istiyorum.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun gerekçeli kararı bir kez daha bomba sözcüğü ile Pınar Selek ismini yan yana getirdi. On iki yıllık bir karabasanın içinden geçen Pınar Selek için ailesi, biz dostları ve onun kişiliğine tanık olmuş binlerce insan için bir kez daha derin bir nefes alıp verileri doğru sırayla sunma zamanı.

Savaş ortamı
Pınar Selek, ülkesindeki savaş ortamını incelemek için çıktı yola. Genç, idalist bir sosyolog olarak neden bir türlü barışılamadığını anlamak ve anlatmak istiyordu. Bugün geldiğimiz ‘Savaşma, Konuş’ noktasındaydı daha o yıllarda ve hep yaptığı üzere, ‘oradaydı.’ Çünkü onun ele aldığı konuları değil, kendine dert edindiği meseleleri vardı.

Ama savaş koşullarını, bu koşulların muhataplarıyla araştırarak anlatmayı isteyince göz altına alındı. Pınar Selek, patlamadan iki gün sonra göz altına alındığında ona Mısır Çarşısı ile ilgili tek bir soru sorulmadı. Çalışması için görüştüğü kişilerin isimlerini vermediği için işkence gördü ve bir buçuk ay sonra patlamayla kendi isminin ilişkilendirildiğini cezaevinde televizyon ekranından izledi. O gün bugündür kendi ismiyle bu patlamayı yan yana getiren korku filmini izlemeye devam ediyor.
Gerek Emniyet’in gerekse üniversitelerin uzman raporları patlamaya gaz kaçağı derken patlamanın bombadan kaynaklandığı iddiasından bir türlü vazgeçilmedi. Üstelik bomba bile olsa o bombanın Pınar Selek’le bir ilgisi yoktu. Esas mesele onun barışa ve anlayışa adanmış sözünün, sesinin tehlikeli bulunmasıydı. Selek, Abdülmecit Öztürk’ün poliste işkence altında verdiği ifadeye dayanılarak suçlandı. Oysa Abdülmecit Öztürk, duruşmaların başından sonuna kadar, Pınar Selek’i tanımadığını, böyle bir ifadeye işkence altında zorlandığını defalarca açıklayacaktı. Ama gelinen noktada Öztürk’ün beraati kesinleşirken Pınar Selek’in iki kez beraat ettiği davadan müebbet hapis istemiyle yargılanması isteniyor. Sadece bu ibretlik ayrıntılar bile bir başına çok şey anlatır.

Çelişkili rapor ve ifadeler
Çelişkili bilir kişi raporları ve bir verilip bir geri çekilen ifadelerle, yalan beyanlarla içinden çıkılmaz bir kedi yumağına dönüştürülen dava, adil yargılama hakkını ihlal ve işkence dolayısıyla artık AİHM sürecinde. Elbette insan kendi memleketinde hukuk mücadelesi verebilmeyi istiyor ama Yargıtay 9. Daire’nin Hrant Dink’i ‘Türklüğü tahkim ve tezyif etme’ suçundan mahkûm ettiğini ve bu kararın da onun öldürülüşüne giden yolda en önemli köşelerden birini tuttuğunu bilirken ‘Yargıtay: Bombayı Pınar Selek koydu’ ibaresinin yarattığı dehşeti sizlerle paylaşmaktan başka çıkar yol bulamıyorum.

Pınar’la ilgili bir diğer gelişme Berlin’deki uluslarası Überleben İşkence Kurbanları İçin Tedavi Merkezi tarafından hazırlanan özel bilirkişi raporuyla uğradığı işkencenin de resmen tespit edilmiş olması. Pınar, sevdiklerini kendi çektiği acılardan korur. Ama kayıtlara geçmiş işkencenin anlattığı bu hakikate ihtiyaç var. Ve bir de şu var: Yıllarını militarizme, her türlü şiddete ve savaşa karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılma girişimi de işkencelerin en büyüğüdür.

Pınar Selek’in dün Radikal’de “Türkiye’de olup bitenleri takip ediyor musunuz?” sorusuna verdiği yanıt, onun hayat duruşunu özetliyor: “Ediyorum. Ama takip etmek rahatlatmıyor. Cezaevinde de, aynı his dolardı yüreğime.... Ben sadece takip edemem. Bir şey öğrenince yapmak isterim. Müdahale etmek isterim.”
Pınar Selek’i tanıyan ve onun şahsında oynanan büyük oyunu gören hepimizde de aynı duygu var.
Takip etmek değil, müdahale etmek istiyoruz. Çünkü ondan bombacı yapılmaya çalışılan dünya yalan bir dünyadır. Orada kimse huzurlu yaşayamaz. Müdahale ettiğinizde ise taraf olursunuz. Önünüzdeki resme bakar nesnel verileri yanyana getirir, akıl, yürek ve vicdanla kanaatinizi oluşturursunuz. Benim nesnelliğim Pınar Selek konusunda taraf olmamı gerektiriyor. Sizin de Pınar Selek’ten yana taraf olmanızı istiyorum.

Hukuk adaletle eşanlama gelene kadar nesnel vicdan adına taraf olun. Pınar Selek için değil, gönül rahatlığıyla yaşanabilecek bir Türkiye için... Başka türlüsü haram hepimize.

Kaynak:Radikal Gazetesi(http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=24.11.2010&ArticleID=1030003)

25 Kasım yaklaşırken kadınların ‘atık hayatları’

NİL MUTLUER * / Her gün 3 kadın hayatını kaybediyor. İstanbul Feminist Kollektif acil önlem paketini açıkladı(Taraf:15.11.2010)


Bir 25 Kasım, “kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için uluslararası mücadele günü” daha yaklaşırken Türkiye’deki tanıdık şiddet manzaraları olanca hızıyla devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde kadına yönelik şiddet kimlik konularıyla kesiştiğinden, ana akım medyada heyecan oluşturuverdi. Genelde üçüncü sayfa haberleriyle ‘kıskançlık’, ‘öç’ gibi bahanelerle meşrulaştırılan cinayetler bu sefer gündemi oluşturdu. Fethiye’de İngiliz bir kadın tecavüze uğradı. Sonrasında oldukça vahşi bir şekilde doktorun ‘ziyaretçilerinin’ eşliğinde muayene edildi. Ataerkil zihniyet, ‘batılı kadın cinsellikte rahattır’ önyargısı ile hareket ettiğinden bu muayene doktor ve arkadaşları tarafından mahreme tecavüz olarak görülmedi. Diğer yandan, Van’da bir erkeğin iki eşinden nikahlısı olan hamile bir kadın ve çocukları öldürüldü. Eh olay çok eşlilik ve coğrafya Van olunca da konu hemen ‘doğudaki kadının kültürel talihsizliği’ önyargısı ile bütünleşti. Sanki memleketin diğer yakasında çok eşlilik ve şiddet yokmuş gibi. Kısa zaman dilimine sığan iki haber, iki olay sanki münferit yaşanmışcasına haber oluverip, benzer vakalar gibi unutulmak üzere bellekleri ziyaret ettiler. Oysa, her iki olayın da önemli bir ortak noktası var: Olaylar sistematik ve konuyla ilgili çalışanlara yeterince kulak verilmiyor. Neden mi? Çünkü, kadın hâlâ eşit yurttaş değil! Kadın hareketinin bir dönemdir fark ettrimeye çalıştığı bu cinayetlerdeki artış bana kadınların hayatının kolay feda edilebilir “atık hayatlar” olduğunu hissettiriyor. Gündelik hayattaki sıkışmış öfkenin üzerlerine akabileceği, iktidarlar değiştikçe haklarının değişebileceği hayatlar...

"Sistematik şiddet: "şiddet türlerinin farklılığıyla ile ilgili değil, seviyelerin farklılığıyla ilgili"

ilgili köşe yazısında Markar Esayan cinayetlerin raslantı olmayacağından bahsetmiş. Esayan haklı, zira bu cinayetler devlet ve toplumun işbirliği içinde karşımıza çıkan ataerkil söylem ve uygulamaların bir tezahürü. Kılıfları modern, dindar, sağcı, solcu ne olursa olsun farklı farklı alanlarda normalleştirilerek yeniden üretilen sistematik bir ayrımcılığın sonucu. Yani birbiriyle kıyasıya döğüşen erkek egemen dünyanın kesişen noktası! Berna Ekal’ın Türkçe’ye kazandırdığı Eva Lundgren’in Şiddetin Normalleştirme Süreci kitabında şiddetin sistematikleştirilmesi şiddet, iktidar ve normalliğin birbiriyle bağlantısı üzerinden açıklanıyor. Gerek gündelik hayatta, gerekse politikalarda erkeğin hareket sınırının genişletmesi normalleşirken, kadın kendi sınırını kısıtlamayı öğreniyor, bu normalleşiyor. Bu da alanı dar olanın haklarının da dar olması anlamına geliyor. Kısaca kitapta da değinildiği gibi, “şiddet türlerin farklılığıyla ilgili değil, seviyelerin farklılığıyla ilgili” yani, kadının erkeğin doğası denen şey sosyalleşme sürecinde öğrenilen bir hal. Ayrıca, şiddet sadece fiziksel olarak yaşanmıyor, seviyelerle de belirlenebiliyor gündelik hayatta.

Bu tartışma çerçevesinde, şiddet genel geçer bir şekilde ‘bazı erkekleri’ suçlayıp, onların doğasından bu şiddeti uyguladıklarıyla açıklanacak bir durum değil. Erkekler de, kadınlar da Deniz Kandiyoti’nin değimiyle hareket sınırlarını belirlerken “ataerkil pazarlık” yapmayı öğrene öğrene büyüyorlar. (3)Bu pazarlıkta, görece güçlü olanın değerleri norm olarak kabul edilirken güçsüzler de ezilmemek için sadece bu normlara uymakla kalmayıp onları yaşamlarının içinde yeniden üretiyorlar. Bu çerçevede, erkekler, yaş ve konumlarına göre şiddeti sadece uygulayan değil, şiddete uğrayan da olabiliyorlar. Elbette bazıları bu durumu fark edip eleştiriyorlar yapıyı. Gene de erkeklerin birçoğu sosyal olarak avantajlı konumlarının fakında olsalar bile, bu konumdan geri adım atmak istemiyorlar. Bazı kadınlarsa dezavantajlı konumlarından dolayı, şiddetten erkekten çok daha fazla zarar görüyor olsalar da, çoğu zaman maddi veya manevi gücü kendilerinde bulamadıklarından direnemiyorlar. Ne de olsa, şiddetin sistematik yanı direnmeyi de güçleştiriyor.

İster Kemalist, ister dindar, ister özgürlükçü olsun erkek egemenliğinin Türkiye’de ortaklık yaptığı ve görmezden geldiği Türkiye’de kadına yönelik şiddetin normalleştirme sürecinin çok kısa tarihi ise şöyle özetlenebilir: 2002’ye kadar Medeni Kanun’da, erkeğin aile reisi ilan edilmesiyle kadının statü olarak erkekten alt bir sınıfa konumlandırılması; evli kadının kocasının izni ile çalışabileceğinin kanunda yer alması; Ceza Kanunu’nda ‘namus’un erkeğin kadını öldürmesinde hafifletici sebep olması; kanun değişse de uygulamaların oldukça yavaş hayata geçmesi; para karşılığında cinsel ilişkiye girdiğinde, kadının hemen ‘iffetsiz’ olarak ilan edilip geneleve çıkamamak üzere yerleştirilmesi, erkeklerinse bu ilişkiyi satın alma haklarının sonsuz bir şekilde olması; devlet söylemlerinde kadının sadece ‘annelik’ rolüne vurgu yapılarak eve ve topluma sürekli hizmet veren bir konuma sürüklenmesi; işyerinin kreş açma zorunluluğunun kalkması; Türkçe’ye çevrilmiş “biliminsanı” gibi kelimelerin “adam” eklerinden kurtulamaması, gündelik hayattaki deyimlerin hep erkeği güçlü, akıllı konuma yerleştirmesi ve bu yazının konusu olan kadın cinayetlerinin son yedi yılda % 1400 artması.

Kısaca şiddet dediğimiz olgu, en masum saydığımız gündelik hayattaki ve/veya bürokrasideki uygulamalarla hayatımızın göbeğine yerleşiyor. İktidarca kadın ve erkek eşit sayılmıyor. Şimdi söylemleri yavaş yavaş değise de iktidar bunu uzun bir müddet kadın ve erkeğin fıtratının, yani yaratılışta getirdikleri özelliklerin aynı olmamasıyla açıkladı. Oysa burada, ciddi bir yanlış anlaşılma var kanımca. Eşitlik talebi aynılık talebi değil ki. Zaten, her kadın ve her erkek de birbiriyle aynı değil. Eşitlikten, kadınerkek tüm yurttaşların ve hatta yurttaşlık kavramının sınırlarını genişletirsek, memlekete gelmiş göçmenlerin bile temel hak ve özgürlüklerden eşit bir şekilde yararlanması kastediliyor. Tüm yurttaşların temel kaynaklara eşit ulaşım imkânına sahip olmasına değiniliyor. Ayrıca, eğer eşitliğin anlamı iktidarlara göre kayacaksa işimiz çok zor. Kemalist yaklaşım başörtülü kadını dışlarken, bugünkü iktidar kadınların fıtratı açıklamasıyla kadınların haklarını ve hareket alanlarını din çerçevesinde kısıtlıyor. Bu hal, iktidarlara göre kadının anlamı değiştikçe, hakları da değişecek anlamına geliyor. Kıssadan hisse, birbiriyle sürtüşürken sürekli kadınları kullanan iktidarların kadın parametreleriyle, kadınlar için adaletin gelemeyeceği oldukça açık. Peki kadınlar birbiriyle erkek egemen dil noktasında anlaşan iktidarlardan ne istiyorlar?


Kadın hareketinin talebi
Erkek egemen dile sahip iktidarlar birbiriyle sürtüşe dursun, kadın hareketi sadece belli bir grup kadına karşı değil, farklı kesimlerden gelen farklı kadınlara yapılan her türlü ayrımcılık ve şiddete karşı durdu. Bununla da sınırlı kalmadı, erkeklerin ataerkil sistemde ezilmelerini konu aldı. Erkeklerin üzerindeki yükü aktaran birçok çalışmada hareketle bağlantılı olan kadınlar ve harekete yakın erkekler tarafından kaleme alındı. Kısaca, toplumdaki farklı nedenlerle oluşan cinsiyet meselelerinin üzerine eğildi.

Her gün ortalama 3 kadının öldürüldüğü kadın cinayetleri hakkında da İstanbul Feminist Kollektif geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği basın toplantısıyla “Acil Önlem” taleplerini şöyle sıraladı:

“- Başta Başbakanlık olmak üzere, İç İşleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Aileden ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı, Emniyet Müdürlüğü, mahkemeler, savcılıklar, valilikler ve belediyeler yani tüm ilgili kurumlar tarafından

-Kadın-erkek eşitliği tartışmaya açılmaksızın fiili olarak hayata geçirilsin.

-Kadınlara yönelik her tür şiddet, baskı ve ayrımcılığın önüne geçmek ve kadınların yaşam haklarını garanti altına almak üzere gerekli tüm adımlar atılsın.

-Kadın örgütleriyle birlikte kadın cinayetlerinin sona ermesi için acil bir eylem planı hazırlanarak uygulamaya geçirilsin.

- Kadın cinayetleri davalarında ‘haksız tahrik indirimi’ =’erkeklik indirimi’ uygulanmasın.

- Şiddet gören, ölümle tehdit edilen kadınlar karakol, adliye, jandarma kapılarından ‘aile meselesi’ denerek geri gönderilmesin, tüm yasal haklarını kullanmalarının sağlanması yanında özel önlemler alınarak koruma altına alınsın.

- 2006/17 sayılı Kadın ve Çocukları şiddetten korumak için çıkartılan Başbakanlık Genelgesi uygulamaya konulsun.

- Sığınma evlerinin sayısı 38’den ivedilikle 3800’e, kısa sürede her 7500 kişilik nüfusa bir sığınma evi düşecek sayıya getirilsin.”

Bu 25 Kasım'ın şiddetsizliğe vesile olması üzerine çağrı!

Kadına karşı şiddetin sistematik yanının ortaya çıktığı en anlamlı örneklerini 25 Kasım’lardan başlayarak vermek istiyorum. Geçtiğimiz 25 Kasımların bazıları, devletin kadına yönelik şiddeti normalleştirmesini kanıtlarcasına traji-komik bir şekilde yaşandı. Olan olaylar dehşet verici olmasına karşı, günün anlamını öylesine yeniden hatırlatıyordu ki, her iki olayda da içimden kapıldığım dehşet karşısında bir direniş olarak gülmek geldi.

Doğru hatırlıyorsam iki sene kadar önceydi. Kadınlar her 25 Kasım’da olduğu gibi bu sefer de şiddete karşı etkinlikler çerçevesinde yürüyüşü de düşünmüşlerdi ve gerekli izinleri almışlardı. Ancak ellerinde pankart, fotoğraf makinası, şahsi çantalarından başka birşeyleri olmamasına karşın, tam İstiklal Caddesi’nde yürüyüşe geçecekleri sırada polis barikatıyla karşılaştılar. Öyle bir barikattı ki bu, panzer bile polislerin arkasındaki mekanik görevine çekilmişti... Bu engelleme karşısında kadınlar kaçmadı. Şiddet karşıtı oldukları için polise de saldırmadı. Bir anda sloganlar atıp şarkılar söylemeye başladılar. Polis bu eylem biçimi karşısında ne yapacağını şaşırmış dururken, Taksim’den geçen meraklılar kalabalığın nedeni sormaya başladı. Kadınlar kadına karşı şiddeti engellemekle ilgili mesajlarını bu kişilere de aktardı. Bu açıklamalar ve eylem biçimi bazılarının hoşuna gitmiş olacak ki, kalabalık büyüdükçe büyüdü ve sonunda eylem İstiklal Caddesi’nin girişde bir coşkuya dönüştü.

Aktaracağım ikinci 25 Kasım ise gerçekten vahşiydi. Geçen sene, kadınlar kadına yönelik şiddeti Galatasaray Meydanı’nda kurdukları bir fotoğraf sergisiyle de aktarmayı planladılar. Gene gerekli izinler alındı ve sergi açıldı. Bu sefer sivil polisler, önce sergiyi kaldırmak istediler. Kadınlar izinli olduklarını belirtmesine rağmen, hiçbir güç onları engelleyemedi ve sergiyi yıkıp, parçaladılar. Bu vahşi kırıp parçalama sahnesi bana ilkokullardaki resmî törenlerde temsili düşman saldırısını hatırlatır. Hatta zaman zaman “polis kadına yönelik şiddetle mücadele gününü temsili olarak kutladı!” diye düşünürüm. Gerçekten ürkütücüydü...

Neyse ki, her iki olayda da ne halktan ne de polisten kimse yaralanmadı. Sadece bir memleket hali olarak şaşkınlık, haksızlık ve hüzün kaldı geriye... Cinayetlerin artması esas acıyı hissettiriyor yüreklerde elbette... Bu satırları yazdığım sırada bile acı hissettiren başka bir olay daha oldu. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu Kadın Sekreterliği, İnsan Hakları Derneği ve Ankara Barış İçin Kadın Girişimi’nin öncülüğünde erkek şiddetine karşı ve barış çağrısıyla İstanbul ve Hakkâri’den başlatılan Ankara yürüyüşü polislerce şiddet kullanılarak engellendiği haberleri de gündemdeki yerini aldı.

Bu yaşananlar karşısında cinsiyet ayrımcılığına karşı politik istikrara ihtiyacımız var. İstanbul Feminist Kollektif’in talepleri gerçekleştirilmesi zor talepler değil. Gerçekleştirilmesiyle, cinsiyet ayrımcılığı ve şiddet bir anda bitmeyecek olsa da, meselenin sistematik tarafı ciddi bir şekilde sorgulanmaya başlayacak. Dilerim bu adımlar bir an önce atılır. Dilerim bundan sonraki 25 Kasımlar şiddetsiz anılır, şiddetin azalması için bir başlangıç olur, kadınlar, çocuklar ve erkekler öldürülmez. Kimsenin biricik hayatı atık olmaz...

1-Markar Esayan, Taraf Gazetesi, 11 Kasım 2010,

2-Eva Lundgren (2009), Şiddetin Normalleşme Süreci, çeviren: Berna Ekal, İstanbul: Reng Ahenk Sanatevi Yayınları.

3-Deniz Kandiyoti “ataerkillikle pazarlık” kavramını ‘Erkeklerin paradoksaları’ makalesinde kullanmıştır. (1996, ‘The Paradoxes of Masculinity: Some Thoughts on Segregated Societies’, in A. Cornwall & N. Lindisfarne (eds.), Dislocating Masculinity: Comparative Ethnographies. London: Routledge, p: 197-213.)

Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

nilmutluer@gmail.com


Kaynak:Taraf Gazetesi(http://www.taraf.com.tr/haber/25-kasim-yaklasirken-kadinlarin-atik-hayatlari.htm)

8 Kasım 2010 Pazartesi

TECAVÜZ İNSANLIK SUÇUDUR!!

TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ ve ADLİ TIP UZMANLARI DERNEĞİ ORTAK BASIN AÇIKLAMASI

Basına ve Kamuoyuna

Geçtiğimiz hafta üniversite öğrencisi bir kadını zorla kaçırarak tecavüz ettikleri iddiasıyla tutuklu yargılanan iki kişinin, tecavüz ile ilgili kanıtlar sabit olmasına, mağdurun ruhsal yönden etkilendiğine ilişkin iki üniversite hastanesinin Psikiyatri Anabilim Dallarından alınan raporlar bulunmasına rağmen yerel mahkeme tarafından serbest bırakılmaları hem kamuoyunda hem meslek grubumuzda tepki yaratmış ve kamuoyu vicdanında derin bir yara açmıştır. Son duruşmada yerel mahkeme Adli Tıp Kurumu’ndan bilirkişi görüşü istenmesine karar vermiş, ayrıca bu değerlendirme süresinin 18 ay süreceğini ve sanıkların mağdur olacağını gerekçe göstererek her iki sanığın tutukluluk hallerini kaldırmıştır. İçerdiği büyük hukuksal yanlış dışında, ülkedeki bilimsel kurumların değerlendirmelerini yok sayan, saygısızlık içeren bu karar kadına yönelik şiddetin en uç biçimi olan tecavüzü teşvik edici ve özendirici bir nitelik kazanmıştır. Bunun yanında yeterince kanıt olmadığı halde yıllarca mahkeme önüne çıkarılmadan insanların tutukluluk hallerinin sürmesine karar veren mahkemeler neredeyse adaletin tecellisinden çok bu davada sanıkların “mağduriyetini” önleme telaşına düşmüşlerdir.


18 Mart 2010 akşamı kaçırılarak tecavüz edilen mağdurun Ankara Adli Tıp Kurumunda yapılan muayenesinde cinsel saldırının kanıtları saptanmış, Numune Hastanesi tarafından ruhsal sağlığı bozulduğuna ilişkin rapor verilmiş, Ankara Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanlıkları yaptığı değerlendirmede mağdura “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” tanısı konarak ruhsal durumunun bozulduğu belgelenmiştir. Buna rağmen yerel mahkemenin son yıllarda verdiği yanlış ve siyasi kararlar nedeniyle niteliği, yapılanması ve işlevi tartışılan Adli Tıp Kurumu’ndan görüş istenmesi, üst yargının tüm verilere rağmen Adli Tıp Kurumu görüşünü özellikle istemesi ve ciddiye alması adalet sisteminin içinde bulunduğu durumu göstermek açısından da dikkat çekicidir. Bu eğilim bilimsel ve hukuksal açıdan büyük bir hata içerdiği gibi bir çok yanlışı da beraberinde getirmektedir. İlgili yasal düzenlemelerde yer alan ruhsal bozukluk kriteri, uygulayıcılar tarafından, yasada açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte, kalıcı bir hasar biçiminde yorumlanmakta, dolayısıyla da uzmanların yaptıkları inceleme sonrasında “bozukluk meydana gelmemiştir veya bozukluk saptanmamıştır” değerlendirmesi, mağdur bu olaydan etkilenmemiştir, biçiminde hatalı olarak basit bir etki olarak algılanmaktadır..

Adalet Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada cinsel suç mağdurlarının muayene ve raporlama süreçleri Adli Tıp Kurumu 6. Adli Tıp İhtisas Kurulu tarafından yerine getirildiği, Savcılıklar ve mahkemelerden bu konuda çok sayıda dosya 6. Adli Tıp İhtisas Kuruluna gönderildiğinden randevu tarihlerinin uzamaması için Sağlık Bakanlığı ile görüşmeler yapıldığı, görüşmeler sonucunda Adli Tıp Kurumuna ve özellikle 6. Adli Tıp İhtisas Kuruluna, “Zorunlu Devlet Hizmeti Yükümlülüğü Kurası” ile “uzman psikiyatr” takviyesi yapıldığı ifade edilmektedir. Bu destek önemli olmakla birlikte hem bakanlık hem de mahkemeler tarafından üniversite ve eğitim hastanelerinde çalışan deneyimli psikiyatristlerin yer aldığı kurulların kararlarını yok saymaya ve önemsizleştirmeye yönelik bir gerekçeye dönüştürüldüğünün örnekleri sık sık görülmektedir. Adalet Bakanlığı uzmanlara dayanarak “cinsel suçlarda beden ve ruh sağlığının kalıcı bozulup bozulmadığının tespiti için bilimsel olarak 18 yaş altındaki çocuklar için 6-7 aylık, erişkinler için ise 12 aylık sürenin beklenmesi gerektiği” iddiasında bulunmakta ve yerel mahkemenin kararını doğru bulmaktadır. Bakanlığın bu ifadesi de bilim dışıdır. Adalet Bakanlığının en kısa zamanda hangi uzmanlara ve hangi bilimsel verilere göre bu belirlemeyi yaptığını kamuoyuna açıklaması gerekmektedir.

Bilirkişilikle ilgili yasal düzenlemelerde değerlendirmenin altı ay içinde yapılmaması halinde başka bir bilirkişiden görüş istenmesi gerekirken, mahkemelerin Adli Tıp Kurumu’ndan görüş beklemesi yasaları hiçe saymaktır. Adalet Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada yanlışlar savunulmakta, tecavüzcüleri sokağa bırakan, ve adalet duygusunu zedeleyen kararın gerekçeleri büyük bir özenle hazırlanmakta, yasaların çiğnenmesine göz yumulmaktadır. Bu açıklama içerdiği ciddi bilimsel yanlışlar yanında, seçkin bilim kurumlarının kararlarına büyük bir saygısızlık içermekte, bu kurumların görüşlerini değersizleştirmekte, yerel mahkemelerin tecavüzcüleri koruyan kararlarını ısrarla savunmaktadır. Bu haliyle son derece üzücü ve kamuoyu vicdanı yaralayıcıdır.

Tecavüz eyleminin kendisi herhangi bir ruhsal belirti olmasa bile bireyin fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü tehdit eden, insanlık suçu olan bir eylemdir. Fiziksel ve ruhsal belirtilerin olmaması bu eylemin suç niteliğini kaldırmayacağı gibi tecavüzcünün serbest bırakılması için gerekçe değildir. İlgili raporlarda belirtilen “Travma SonrasıStres Bozukluğu” tanısı için belirtilerin bir aydan uzun sürmesi, Akut Stres bozukluğu için ise iki günden uzun sürmesi yeterlidir. Bu belirtilerin üç aydan uzun sürmesi durumunda bozukluk kronik nitelik kazanmaktadır. Belirtilerin eşik altı sürdüğü ve travmadan altı ay sonra bozukluğun daha görünür hale geldiği geç başlangıçlı olguların sayısı görece daha düşüktür. Bu durum dahi ruhsal etkilenme olmadığını göstermemektedir. Bir çok koruyucu etkenin ruhsal belirtilerin tanı konacak düzeye çıkmasını önlediği anlamına gelmektedir. Ruhsal travmanın olumsuz etkilerinin süreç içinde gerilemesi de tecavüzün gerçekleşmediği ve suç olmadığı anlamına gelmemektedir. Bireyin sahip olduğu başa çıkma becerileri, gördüğü ruhsal ve sosyal destek bu belirtilerin azalmasına katkı sağlayabilir.. Fakat mahkemelerin tecavüzcülerinin mağduriyetini önlenmesi gerekçesiyle adaletin tecelli etmesini engelleyerek tecavüze uğrayanları bir kez daha mağdur etmesi, re-travmatizayona, eş deyişle bu kişilerin yeniden travmaya uğramasına ve ortaya çıkan ruhsal sorunların süreğenlik kazanmasına yol açacaktır.

Adalet Bakanlığı’nın bilim dışı açıklamalarla yerel mahkemelerin hukuk dışı kararlarını desteklememesini, tıp fakültelerinin psikiyatri ve Adli tıp anabilim dallarının raporlarını yok sayan saygısız, hukuk dışı ve suç oluşturabilecek uygulamalarından derhal vazgeçmesini, Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınması yönündeki hukuksal süreci uzatacak kararlarından vazgeçecek girişimlerde acilen bulunulmasını talep ediyoruz…

Doç. Dr. Doğan Yeşilbursa


Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı

TPD Merkez Yönetim Kurulu adına

Prof Dr. Ümit Biçer

Adli Tıp Uzmanları Derneği Başkanı

ATUD Yönetim Kurulu adına