24 Aralık 2010 Cuma

A.P.'nin Katili Yalnızca Kocası Mı?

Ankara'da A.P.'yi döven, tecavüz eden, bıçak zoruyla kaçıran, evine gidip tehdit eden ve sonunda öldüren eski kocası, tutuklandı. Peki ya İ.Y.'yi mahkemede serbest bırakan hakime, A.P.'nin suç duyurusuna rağmen İ.Y.'yi gözaltına almayan, koruma kararı vermeyen savcıya ne olacak? (Burçin Belge)


Ankara'da A.P.'yi sokak ortasında bıçaklayarak öldüren eski eşi tutuklandı. İ.P.'nin can güvenliği bulunmadığı için savcılığa suç duyurusunda bulunduğu ve iki kez koruma istediği ancak savcılığın İ.Y.'yi gözaltına almadığı, mahkemeninse koruma talebini "aralarında evlilik bağı kalmadığı" gerekçesiyle reddettiği ortaya çıktı.

Dövdü, tecavüz etti, kaçırdı, tehdit etti, öldürdü

Habertürk gazetesinin haberine göre, A.P. (42), 2006'da İ.Y.'den (45) boşanmak için dava açtı, aile büyüklerinin araya girmesi üzerine davasından vazgeçti.

2009'da İ.Y., A.P.'yi önce dövüp sonra da tecavüz etti. "Cinsel saldırı" suçuyla çıktığı mahkemede "Eşimi çok seviyorum, pişmanım" deyince tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Çift Haziran 2010'da da boşandı.

İ.Y., iki ay önce A.P.'yi bıçak zoruyla kaçırdı. Barışmayı kabul etmezse A.P.'yi öldüreceğini söyledi. Birkaç gün sonra iki arkadaşıyla birlikte A.P.'nin evine gidip ölüm tehditlerini yineledi.

A.P., savcılığa suç duyurusunda bulundu, "Hepimizin hayatı tehlikede" diye dilekçe verdi. Savcılık ise Yetkin'i gözaltına almadı; sadece Paşalı'yı evine polis otosuyla gönderdi.

A.P. bu kez de avukatı Elif Kabadayı Tatar aracılığıyla mahkemeye başvurarak "koruma" talebinde bulundu. Mahkeme, aralarında evlilik birliği kalmadığı gerekçesiyle bunu reddetti.

İ.Y., 7 Aralık'ta A.P.'yi 10 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Bir arkadaşının evine saklanan zanlı, arkadaşının polisi araması üzerine yakalandıktan sonra tutuklandı.

İ.Y. ilk değildi
Şeyma Güneş (17), Mediha Baştürk (19) ve Sıdıka Platin (30) de ailelerinden ve eşlerinden şiddet gördükleri için sığınmaevine başvurdukları halde korunamamıştı. Şeyma'yı kardeşi, Mediha'yı kocası öldürmüştü. Mediha'yı kocasıyla polisler barıştırmıştı. Sıdıka ise hastaneye, kulağını kesen kocasına mahkeme kararıyla teslim edildikten yalnızca altı ay sonra hhem de komada dönmüştü.

Üstelik onlar yalnız değildi, yalnızca gazetelere haber olduğu için not edebildiklerimizdi.

bianet'in gazetelere, internet sitelerine ve ajanslara yansıyan haberlerden derlediği çeteleye göre, erkekler 2010'un ilk 11 ayında en az 199, 2009'da 198 kadını öldürdü.

Yaşananlar gösteriyor ki, Türkiye'de devlet kendisine sığınan kadınları koruyamıyor. Devlet görevlileri, can güvenlikleri bulunmadığı için korunma talep eden kadınları şiddet ortamına geri gönderiyor. Hakim ve savcılar erkekleri koruyan kararlar verdikçe, kadınlar ölüyor.

Oysa kadınlara güvenli bir hayat sağlamak, Anayasa'ya, yasalara ve uluslararası sözleşmelere göre, devletin görevi.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Haziran 2009'da kocasından şiddet gören Nahide Opuz'un başvurusunu "devlet tarafından korunmadığı" gerekçesiyle haklı bularak Türkiye'yi tazminata mahkûm etmişti.

Kararın ardından İçişleri Bakanlığı ile Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı arasında bir protokol imzalanmıştı. Protokole göre, kadın karakola gittiğinde şiddeti belgelemesi beklenmeden tutanak tutulması, eve gitmek istemezse sığınağa yönlendirilmesi gerekiyor. Ancak protokol hayata geçirilemiyor.

Ankara'da eski eşi A.P.'yi döven, tecavüz eden, mahkemede "pişmanım" deyince serbest bırakılan, bıçak zoruyla kaçırıp ölümle tehdit eden, kapısına dayanıp "Benimle barışmazsan öldürürüm" diyen ve sonunda dediğini yapan İ.Y. yakalandı.

Erkeklerse kadınları öldürmeyi sürdürüyor. Peki ya görevlerini yerine getirmeyen, kadınları korumayan polis, savcı ve hakimlere, kadına yönelik şiddetin önlenmesini sistemli bir devlet politikasına dönüştürmeyen devlet yetkililerine ne olacak? (BB)

Kaynak:http://bianet.org/bianet/kadin/126797-a-p-nin-katili-yalnizca-kocasi-mi

14 Aralık 2010 Salı

O Öğrenci "Kız Çocuğu" Değil, Bir Kadın

Bir genç kadının talihsiz bir vesileyle jinekolojik masaya yatışının hikâyesini keşke bir öğrenci hareketinin içinden seçilmiş asıl hikâye olarak okumasaydık. Zira, bu hareket başkasına gerek kalmadan kendi kahramanlarını kendisi çıkarmaya muktedir görünüyor.

Nilüfer ZENGİN

Hepimizin malumu, Başbakan Dolmabahçe'deki ofisinde rektörlerle toplandığı sırada, YÖK'ü protesto etmek isteyen öğrenciler... "şiddete maruz kaldı" falan demeyeceğim, polisten sille tokat dayak yedi. Politik doğruculuğu bir an bir kenara koymama izin verin. Dayak "yenilen" bir şey değildir biliyorum, fakat bu biçimde ifade etmeyince, terminoloji "orantılı şiddet", "orantısız şiddet" gibi terimlerle siyasi olarak pelteleşmeye, gevşemeye yüz tutuyor. Oysa sille tokat dayağın azı çoğu, oranı orantısızlığı olmaz. Olamayacağını herkes söylüyor, polise arka çıkanlar bile...

Medyanın zalimliği
Milletin çocuğunu dövdüler... Bakıyoruz Başbakan ne diyor diye? Hükümetin başı polisin öğrenciye karşı tek taraflı, meşrulaştırılamaz şiddeti karşısındaki tavrını apaçık ortaya koyuyor: "Emniyet bu tür bir organizasyonun güvenliğini tesis etmekle mükellef" dedi. Mevzu bahis güvenlikse, çoluk çocuk teferruattır diyor ki, aslında demek istediği şey bundan bile korkunç. Başbakan aslında "Baltalar elimizde, uzun ip belimize, biz çıkarız ormana hey ormana" demiş oluyor. "Önümüze gelen bir tekme" de diyebiliriz. Başbakan sanki o gün, YÖK'ü, üniversitelerin birer panopticon (herkesin gözetimine açık, ancak hiçbir görüş açısı olmayan hücre modeli) haline getirilmeye çalışılmasını beğenmeyip, protesto etmek isteyen öğrencilerin Başbakanı değilmiş de, polislerin amiriymiş gibi konuşuyor. Medyada "Canım onlar da hak ettiler" cümlesiyle özetleyebileceğimiz, Tamer Doğan'ın bianet'te yayınlanan Cemaatin Medyası, Polisini Sahipsiz Bırakmaz yazısında çok güzel tasvir ettiği "kayıtsız" ve "zalim" tavır, hâkim tavır. Diğer tarafta AKP bir ezilene (öğrenci/kadın/çocuk ama eşcinseller asla) vurduğunda bunu AKP karşısındaki özlü söz gevezeliğinden ileri gitmeyen muhalefetlerine bir argüman oluşturma fırsatına çeviren sosyal demokrat naivliğindeki medya tavrı var. Gazetelerin isimlerini saymama gerek yok. Resim üç aşağı beş yukarı böyle.

Ece Temelkuran'ın şefkati
Bunların yanında bir de Ece Temelkuran'ın tavrı var, içtenlikle öğrencileri savunan, sosyal demokrasi kategorisinde ele alamayacağımız ancak bana kalırsa kendisine mesafe ile yaklaşmaktan hala vazgeçemeyeceğimiz...Ece Temelkuran polisin döve döve karnındaki bebeği düşürdüğü ve kim bilir onurunu ne kadar derinden incittiği bir genç kadının, öğrencinin hikâyesini yazmış. Okurken burnunuzun direğinin sızlamaması mümkün değil. Temelkuran, onunla İnsan Hakları Derneği'nde geçirdiği zamanı ve aralarında geçen konuşmayı hikâyeleştiriyor, öfkesinin, üzüntüsünün, isyanının yazdığından fazlası olduğuna zerre kadar şüphe barındırmayacak bir içtenlikle. Şöyle yazıyor: "19 yaşında. Boyu 1.55 var yok. Yüzü yuvarlacık. Tatlıcık bir ses tonu var. Kahraman, küçük bir kız çocuğu. Kaşık kadar. 'Dayanamazlar' diyor. 'Babam çok üzülür. Annem çok üzülür. Sonra akrabalarımız var, onlar da belki kızar. Belki beni görmek istemezler artık. Onları çok üzerler benim yüzümden. Sonra belki... Yani dayak olmaz da... Yine de...'" Bu paragrafla birlikte artık öğrencilerin kitlesel olarak uğradığı zulüm ve peşinde koştukları taleplerden duygusal olarak bir parça daha uzaklaşıyoruz, "kahraman" "kız çocuğunun" hikâyesinin duygusal derinliğine dalıp gidiyoruz.

Patriyarkanın kız çocuğu şapkası
Aman dalıp gitmeyelim! "Neden?" diye soralım. Sırf gebe olduğu için, protesto eylemine gitmekten vazgeçmek aklına bile gelmeyen güçlü ve bağımsız bu genç kadından neden ısrarla kız çocuğu diye söz ediliyor? Kabul, "kız çocuğu" son derece sempatik, şefkat içeren, koruyan, kucaklayan, cazip vs bir sesleniş. Ancak kadınların yerine göre "anne", yerine göre "eş", yerine göre "fahişe", yerine göre "dul", yerine göre "bacı" olmaya ve başka da bir şey olmamaya zorlandıkları patriyarkal düzenin diğerlerine göre daha saf görünen kız çocuğu şapkasına böylesine tutunmak niye? Feminist teori en önce kadının, ne toplumsal normlara ne de biyolojik kadere mahkûm olduğunu söyler. Kız çocuğu olmak da tıpkı "hanım" ya da "bayan" olmak gibi, "kadını erkeğe göre daha güçsüz, erkeğin korumasına muhtaç ve böyle olduğu için korunmaya kollanmaya muhtaç" kılmaya hizmet eden sınıflandırmalardan biridir. Hadi biz bir gemide olsak ve o gemi batıyor olsa, "kız çocuğu, kız çocuğu" diye bağıralım ama durum o da değil.

Çocuk düşüren "kız çocuğu"?
Ortada feminizmle ortak talepleri de olan bir toplumsal mücadele söz konusu. Dolayısıyla derhal kendimize gelmemiz "kız çocuğu" terimini terk ettikten hemen sonra, aslında bir gebeliğin şiddet nedeniyle sonlanması durumunda, yitip giden cenin bebeğin ardından ağıt yakmanın kadınları "doğurganlık dolayısıyla" kutsallaştırmaktan başka bir şey olmadığını görmeliyiz. Boşuna yazmıyor Simone de Beauvoir kadını yok sayan batı ataerkilliğinin, doğum anının erkeği büyülediği andan başladığını. Öte yandan çocuk düşüren kız çocuğu söylemiyle, karşılığında liberal-muhafazakâr-iktidar yanlısı (yalnızca AKP değil her türlü iktidar) medyanın eline de diğer "hayta oğlanları" "kız çocuğundan" ayırt etme fırsatı vermiş oluyoruz: "Polis tamamen haklıydı ama bu kız çocuğu olayı olmamalıydı, evet!".

Talepleri ve hakları için, hamilelik gerekçesiyle kendisini protesto eylemine katılmaktan ala koymayarak rasyonel gücünü ortaya koymuş, bağımsız, bir genç kadından "kız çocuğu olarak" söz etmekte direterek, ne öğrenciye şiddetin hesabını sormuş oluyoruz, ne feminizm yapmış oluyoruz, ne de bu genç kadına bir hayrımız dokunuyor.

Trajedi olayın kendisi aşınca
Ece Temelkuran'ın yazısına dönelim: "İnsan Hakları Derneği'nin bir odasında yalnız başına bir kız çocuğu, bir kadının başına gelebilecek en korkunç şeyi yaşamış, polis tekmeleriyle bebeği düşürülmüş, bu dünyada bir başına duruyor ve... Kız çocukları niye böyle Allah'ım? Niye hâlâ başkalarını düşünür bir kız çocuğu acıdan rahmi sızlarken!"

Temelkuran'ın içtenliğinden ve yakıcılığından bir an bile şüphe etmeyeceğimiz üzüntüsü, öfkesi, isyanı, ne yazık ki, siyasi olarak kimi sorunlar teşkil etmeye devam ediyor.. Çünkü burada bir "trük" kendini sahneye koyuyor: Polisin kasıklarına (bence hemen tüm haberlerde "kasık" diye ifade edilen yerler herhalde rahim, karın, cinsel organ ve çevresi) attığı tekmeler, savurduğu cop darbeleriyle bir genç kadın bebeğini kaybediyor. Bu arada bu genç kadının zaten kendiliğinden çok trajik olan hikâyesini yeniden, daha fazla trajikleştirerek hikâye etmek, serinkanlılıkla neredeyse bin öğrenciye meydan dayağı çekilmesi, itilip kakılması dramına perde çekiyor. Sanıldığı gibi, bu olayın sahiden en üzücü ve en trajik parçasına büyüteçle bakmak ve orayı kocaman kılmak polisin hiçbir biçimde meşrulaştırılamayacak şiddetine daha fazla dikkat çekmiyor. Trajedi olayın kendisini aşıyor.

Bu, Taksim'de mendil satan çocukların durumunu bir çocuk hakkı ihlali, bir yoksulluk sorunu olarak tartışmak yerine, içlerinden birinin içler acısı hikâyesini, eski Reha Muhtar haberleri tarzında takdim etmekten farklı değil. Bildiğimiz gibi, bugün polisin öğrenciye kalkan elini, dirseğinden destekleyen kapitalizm kendine karşı pseudo (gerçek olmayan) tuzaklar kurar ve kendisine yönelik kalkışmaları bu tuzaklarla elemek ister. Yoksulluğu yürek parçalayan tekil örneklere indirmek, bu temsillerden hareketle kurulan yardım dernekleri vs bu tuzaklardan birkaçıdır. Son zamanda medyada "yazının, haberin şehveti" diye şıklaştırılan olay da budur zaten.

O genç kadının bebeğinin ardından ağlamak bırakalım kendisine kalsın, biz o bebeğin cesedini bir kutuda kendisine teslim eden elin, o bebeği cesede çeviren tekmenin sahibine dil uzatalım. İkisini birbirine karıştırmayalım, önce adalet sonra dram. Ağıtlar, savaşların, kalkışmaların ardından yakıldığında hep isimsizleri daha isimsiz yapar, trajediyi derinleştirmeye yarar.

Hamile olmayan ve o gün orada, aynı şekilde şiddete uğrayan tüm öğrenciler de en az bebeği karnında ölen öğrenci kadar şiddeti bedenlerinde duydular. Temelkuran'ın yazısının bunun aksini iddia ettiğini söyleyecek değilim. Ancak yazıdan küçük bir alıntıyla devam ederek başka bir şey söyleyeceğim:"[...] 'Belki bebeğim olmaz benim' diyor. Gözleriyle bana soruyor, sanki 'Olur' desem iyi gelecek. Birileri iyi bir şeyler söylesin istiyor. Yarın muayene olacakmış yeniden, söyleyeceklermiş bir problem var mı diye. 'O masaya yatmak istemiyorum bir daha' diyor. 'Çok kötü bir şey. Çok kötü oldum ben.' Sonra yine başkalarını düşünüyor: 'Bir kadın daha vardı. Onun da kasıklarına vurmuşlar hep. Belki onun da çocuğu olmaz.' Yine bakıyor yüzüme. İstiyor ki 'Yok öyle şey. Herkesin, senin de güzel bebeklerin olacak' diyeyim. Şuncacık bir kız, annesi bile yok yanında, şimdi tanıştığı bir 'abladan' iyi bir şey duymak istiyor. Temelkuran hikâyeye can alıcı bir yerden katıyor. Ona emin olmadan "çocuğun olur merak etme" bile diyemiyor, o derecede hassaslaşıyor, onun "ablası" oluyor.

Bu arada biz Dolmabahçe meydan dayağının çoktan kilometrelerce uzağına düştük, acılı anılara daldık bile. Ama bir dakika öyle hemen kendinizi koyuvermeyin, bu çocuk lafını söyleyecek, çünkü:

"Ne yazayım?" diye soruyorum, "Söyle ne istersen onu yazayım."

"Bilmem ki" diyor. "Siz bilirsiniz."

"Boş ver sen şimdi" diyorum. "Söyle, ne istersen onu yazacağım."

Ne isterse o yazılacak, yazılmasına da, genç kadının trajedisinin üstüne tırmanıp, orada kendine ışıltılı bir aynadan bakmayı nasıl açıklayacağız? İktidar, her zaman Marksist analizin bize görünür kıldığı, sınıf çatışmasının ürettiği devlet iktidarı olmayabiliyor. Bir de "söyle, ne istersen onu yazayım" iktidarı var. Bu, Foucault'nun teorileştirdiği, her an her yerde bir işleyiş biçimi olarak kendini dayatan iktidar türü. Bu genç kadın, bütün diğer öğrencilerle birlikte kendi sözünü kendisi söylemek için yedi o tekmeyi rahmine, kendi sözünün haysiyetini de bedelini de sahiplenmek için eline tutuşturdular bebeğini bir kutuda. Biz Ece Temelkuran'ın gönlüne sığmayan iyiliği ve cömertliğini görebilelim diye değil.

O güzelim kadına giden bebeğini geri getirmek istediğinden bir an bile şüphe duyamayız. Ancak enikonu yıllardır yaptığı köşe yazarlığının ona kattığını varsayabileceğimiz deneyim, bu genç kadının acısının, o genç kadının acısının önüne geçmek iştahını bastırabilmesini sağlamalıydı.

O bebeğini kaybetti, hepsi rahmine, hayâlarına tekme yediler, ağızları burunları kırıldı, erkek devletin erkek tekmeleri canlarını acıttı. Haysiyetli davrandılar, geri basmadılar. Günlerdir televizyon kanalları onları buyur ediyor. Neden biliyor musunuz? Öğrencilerin mücadelesine destek için değil, akan kan, düşen bebek ve bu rahim edebiyatından sebeplenmek için. Kansız öğrenci gösterileri yer bulabildi mi o programlarda? Mümtaz'er Türköne diyor ya, "Onlar konuşulmak için bunu yapıyor" diye. Hayır, onlar konuşulmak içi dayak yemediler ancak "dayak"sız ve "şiddet"siz bir hak arayışının ciddiye alınmadığını bir kere daha gördük.

Bir genç kadının talihsiz bir vesileyle jinekolojik masaya yatışının hikâyesini keşke bir öğrenci hareketinin içinden seçilmiş asıl hikâye olarak okumasaydık, zira istimini tutturmuş yürüyüp gidecek gibi görünen -sönümlense bile bu onu değersiz kılmaz- bu hareket başkasına gerek kalmadan kendi kahramanlarını kendisi çıkarmaya muktedir görünüyor. (NZ)

kaynat: Bianet http://www.bianet.org/bianet/genclik/126551-o-ogrenci-kiz-cocugu-degil-bir-kadin?sms_ss=facebook&at_xt=4d074c289ee6ad2b%2C0