24 Kasım 2010 Çarşamba

Pınar Selek için taraf olmak

KARİN KARAKAŞLI:Benim nesnelliğim Pınar Selek konusunda taraf olmamı gerektiriyor. Sizin de Pınar Selek'ten yana taraf olmanızı istiyorum.(Radikal:24.11.2010)


Hani kişisel olarak size dokununca başka türlü hissedersiniz ya bir olayı, en çok kafa karışıklığına bulaştırılmış meselelerden biri olan ‘Pınar Selek davası’nı bir de içeriden dinlemenizi istiyorum.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun gerekçeli kararı bir kez daha bomba sözcüğü ile Pınar Selek ismini yan yana getirdi. On iki yıllık bir karabasanın içinden geçen Pınar Selek için ailesi, biz dostları ve onun kişiliğine tanık olmuş binlerce insan için bir kez daha derin bir nefes alıp verileri doğru sırayla sunma zamanı.

Savaş ortamı
Pınar Selek, ülkesindeki savaş ortamını incelemek için çıktı yola. Genç, idalist bir sosyolog olarak neden bir türlü barışılamadığını anlamak ve anlatmak istiyordu. Bugün geldiğimiz ‘Savaşma, Konuş’ noktasındaydı daha o yıllarda ve hep yaptığı üzere, ‘oradaydı.’ Çünkü onun ele aldığı konuları değil, kendine dert edindiği meseleleri vardı.

Ama savaş koşullarını, bu koşulların muhataplarıyla araştırarak anlatmayı isteyince göz altına alındı. Pınar Selek, patlamadan iki gün sonra göz altına alındığında ona Mısır Çarşısı ile ilgili tek bir soru sorulmadı. Çalışması için görüştüğü kişilerin isimlerini vermediği için işkence gördü ve bir buçuk ay sonra patlamayla kendi isminin ilişkilendirildiğini cezaevinde televizyon ekranından izledi. O gün bugündür kendi ismiyle bu patlamayı yan yana getiren korku filmini izlemeye devam ediyor.
Gerek Emniyet’in gerekse üniversitelerin uzman raporları patlamaya gaz kaçağı derken patlamanın bombadan kaynaklandığı iddiasından bir türlü vazgeçilmedi. Üstelik bomba bile olsa o bombanın Pınar Selek’le bir ilgisi yoktu. Esas mesele onun barışa ve anlayışa adanmış sözünün, sesinin tehlikeli bulunmasıydı. Selek, Abdülmecit Öztürk’ün poliste işkence altında verdiği ifadeye dayanılarak suçlandı. Oysa Abdülmecit Öztürk, duruşmaların başından sonuna kadar, Pınar Selek’i tanımadığını, böyle bir ifadeye işkence altında zorlandığını defalarca açıklayacaktı. Ama gelinen noktada Öztürk’ün beraati kesinleşirken Pınar Selek’in iki kez beraat ettiği davadan müebbet hapis istemiyle yargılanması isteniyor. Sadece bu ibretlik ayrıntılar bile bir başına çok şey anlatır.

Çelişkili rapor ve ifadeler
Çelişkili bilir kişi raporları ve bir verilip bir geri çekilen ifadelerle, yalan beyanlarla içinden çıkılmaz bir kedi yumağına dönüştürülen dava, adil yargılama hakkını ihlal ve işkence dolayısıyla artık AİHM sürecinde. Elbette insan kendi memleketinde hukuk mücadelesi verebilmeyi istiyor ama Yargıtay 9. Daire’nin Hrant Dink’i ‘Türklüğü tahkim ve tezyif etme’ suçundan mahkûm ettiğini ve bu kararın da onun öldürülüşüne giden yolda en önemli köşelerden birini tuttuğunu bilirken ‘Yargıtay: Bombayı Pınar Selek koydu’ ibaresinin yarattığı dehşeti sizlerle paylaşmaktan başka çıkar yol bulamıyorum.

Pınar’la ilgili bir diğer gelişme Berlin’deki uluslarası Überleben İşkence Kurbanları İçin Tedavi Merkezi tarafından hazırlanan özel bilirkişi raporuyla uğradığı işkencenin de resmen tespit edilmiş olması. Pınar, sevdiklerini kendi çektiği acılardan korur. Ama kayıtlara geçmiş işkencenin anlattığı bu hakikate ihtiyaç var. Ve bir de şu var: Yıllarını militarizme, her türlü şiddete ve savaşa karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılma girişimi de işkencelerin en büyüğüdür.

Pınar Selek’in dün Radikal’de “Türkiye’de olup bitenleri takip ediyor musunuz?” sorusuna verdiği yanıt, onun hayat duruşunu özetliyor: “Ediyorum. Ama takip etmek rahatlatmıyor. Cezaevinde de, aynı his dolardı yüreğime.... Ben sadece takip edemem. Bir şey öğrenince yapmak isterim. Müdahale etmek isterim.”
Pınar Selek’i tanıyan ve onun şahsında oynanan büyük oyunu gören hepimizde de aynı duygu var.
Takip etmek değil, müdahale etmek istiyoruz. Çünkü ondan bombacı yapılmaya çalışılan dünya yalan bir dünyadır. Orada kimse huzurlu yaşayamaz. Müdahale ettiğinizde ise taraf olursunuz. Önünüzdeki resme bakar nesnel verileri yanyana getirir, akıl, yürek ve vicdanla kanaatinizi oluşturursunuz. Benim nesnelliğim Pınar Selek konusunda taraf olmamı gerektiriyor. Sizin de Pınar Selek’ten yana taraf olmanızı istiyorum.

Hukuk adaletle eşanlama gelene kadar nesnel vicdan adına taraf olun. Pınar Selek için değil, gönül rahatlığıyla yaşanabilecek bir Türkiye için... Başka türlüsü haram hepimize.

Kaynak:Radikal Gazetesi(http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=24.11.2010&ArticleID=1030003)

25 Kasım yaklaşırken kadınların ‘atık hayatları’

NİL MUTLUER * / Her gün 3 kadın hayatını kaybediyor. İstanbul Feminist Kollektif acil önlem paketini açıkladı(Taraf:15.11.2010)


Bir 25 Kasım, “kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için uluslararası mücadele günü” daha yaklaşırken Türkiye’deki tanıdık şiddet manzaraları olanca hızıyla devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde kadına yönelik şiddet kimlik konularıyla kesiştiğinden, ana akım medyada heyecan oluşturuverdi. Genelde üçüncü sayfa haberleriyle ‘kıskançlık’, ‘öç’ gibi bahanelerle meşrulaştırılan cinayetler bu sefer gündemi oluşturdu. Fethiye’de İngiliz bir kadın tecavüze uğradı. Sonrasında oldukça vahşi bir şekilde doktorun ‘ziyaretçilerinin’ eşliğinde muayene edildi. Ataerkil zihniyet, ‘batılı kadın cinsellikte rahattır’ önyargısı ile hareket ettiğinden bu muayene doktor ve arkadaşları tarafından mahreme tecavüz olarak görülmedi. Diğer yandan, Van’da bir erkeğin iki eşinden nikahlısı olan hamile bir kadın ve çocukları öldürüldü. Eh olay çok eşlilik ve coğrafya Van olunca da konu hemen ‘doğudaki kadının kültürel talihsizliği’ önyargısı ile bütünleşti. Sanki memleketin diğer yakasında çok eşlilik ve şiddet yokmuş gibi. Kısa zaman dilimine sığan iki haber, iki olay sanki münferit yaşanmışcasına haber oluverip, benzer vakalar gibi unutulmak üzere bellekleri ziyaret ettiler. Oysa, her iki olayın da önemli bir ortak noktası var: Olaylar sistematik ve konuyla ilgili çalışanlara yeterince kulak verilmiyor. Neden mi? Çünkü, kadın hâlâ eşit yurttaş değil! Kadın hareketinin bir dönemdir fark ettrimeye çalıştığı bu cinayetlerdeki artış bana kadınların hayatının kolay feda edilebilir “atık hayatlar” olduğunu hissettiriyor. Gündelik hayattaki sıkışmış öfkenin üzerlerine akabileceği, iktidarlar değiştikçe haklarının değişebileceği hayatlar...

"Sistematik şiddet: "şiddet türlerinin farklılığıyla ile ilgili değil, seviyelerin farklılığıyla ilgili"

ilgili köşe yazısında Markar Esayan cinayetlerin raslantı olmayacağından bahsetmiş. Esayan haklı, zira bu cinayetler devlet ve toplumun işbirliği içinde karşımıza çıkan ataerkil söylem ve uygulamaların bir tezahürü. Kılıfları modern, dindar, sağcı, solcu ne olursa olsun farklı farklı alanlarda normalleştirilerek yeniden üretilen sistematik bir ayrımcılığın sonucu. Yani birbiriyle kıyasıya döğüşen erkek egemen dünyanın kesişen noktası! Berna Ekal’ın Türkçe’ye kazandırdığı Eva Lundgren’in Şiddetin Normalleştirme Süreci kitabında şiddetin sistematikleştirilmesi şiddet, iktidar ve normalliğin birbiriyle bağlantısı üzerinden açıklanıyor. Gerek gündelik hayatta, gerekse politikalarda erkeğin hareket sınırının genişletmesi normalleşirken, kadın kendi sınırını kısıtlamayı öğreniyor, bu normalleşiyor. Bu da alanı dar olanın haklarının da dar olması anlamına geliyor. Kısaca kitapta da değinildiği gibi, “şiddet türlerin farklılığıyla ilgili değil, seviyelerin farklılığıyla ilgili” yani, kadının erkeğin doğası denen şey sosyalleşme sürecinde öğrenilen bir hal. Ayrıca, şiddet sadece fiziksel olarak yaşanmıyor, seviyelerle de belirlenebiliyor gündelik hayatta.

Bu tartışma çerçevesinde, şiddet genel geçer bir şekilde ‘bazı erkekleri’ suçlayıp, onların doğasından bu şiddeti uyguladıklarıyla açıklanacak bir durum değil. Erkekler de, kadınlar da Deniz Kandiyoti’nin değimiyle hareket sınırlarını belirlerken “ataerkil pazarlık” yapmayı öğrene öğrene büyüyorlar. (3)Bu pazarlıkta, görece güçlü olanın değerleri norm olarak kabul edilirken güçsüzler de ezilmemek için sadece bu normlara uymakla kalmayıp onları yaşamlarının içinde yeniden üretiyorlar. Bu çerçevede, erkekler, yaş ve konumlarına göre şiddeti sadece uygulayan değil, şiddete uğrayan da olabiliyorlar. Elbette bazıları bu durumu fark edip eleştiriyorlar yapıyı. Gene de erkeklerin birçoğu sosyal olarak avantajlı konumlarının fakında olsalar bile, bu konumdan geri adım atmak istemiyorlar. Bazı kadınlarsa dezavantajlı konumlarından dolayı, şiddetten erkekten çok daha fazla zarar görüyor olsalar da, çoğu zaman maddi veya manevi gücü kendilerinde bulamadıklarından direnemiyorlar. Ne de olsa, şiddetin sistematik yanı direnmeyi de güçleştiriyor.

İster Kemalist, ister dindar, ister özgürlükçü olsun erkek egemenliğinin Türkiye’de ortaklık yaptığı ve görmezden geldiği Türkiye’de kadına yönelik şiddetin normalleştirme sürecinin çok kısa tarihi ise şöyle özetlenebilir: 2002’ye kadar Medeni Kanun’da, erkeğin aile reisi ilan edilmesiyle kadının statü olarak erkekten alt bir sınıfa konumlandırılması; evli kadının kocasının izni ile çalışabileceğinin kanunda yer alması; Ceza Kanunu’nda ‘namus’un erkeğin kadını öldürmesinde hafifletici sebep olması; kanun değişse de uygulamaların oldukça yavaş hayata geçmesi; para karşılığında cinsel ilişkiye girdiğinde, kadının hemen ‘iffetsiz’ olarak ilan edilip geneleve çıkamamak üzere yerleştirilmesi, erkeklerinse bu ilişkiyi satın alma haklarının sonsuz bir şekilde olması; devlet söylemlerinde kadının sadece ‘annelik’ rolüne vurgu yapılarak eve ve topluma sürekli hizmet veren bir konuma sürüklenmesi; işyerinin kreş açma zorunluluğunun kalkması; Türkçe’ye çevrilmiş “biliminsanı” gibi kelimelerin “adam” eklerinden kurtulamaması, gündelik hayattaki deyimlerin hep erkeği güçlü, akıllı konuma yerleştirmesi ve bu yazının konusu olan kadın cinayetlerinin son yedi yılda % 1400 artması.

Kısaca şiddet dediğimiz olgu, en masum saydığımız gündelik hayattaki ve/veya bürokrasideki uygulamalarla hayatımızın göbeğine yerleşiyor. İktidarca kadın ve erkek eşit sayılmıyor. Şimdi söylemleri yavaş yavaş değise de iktidar bunu uzun bir müddet kadın ve erkeğin fıtratının, yani yaratılışta getirdikleri özelliklerin aynı olmamasıyla açıkladı. Oysa burada, ciddi bir yanlış anlaşılma var kanımca. Eşitlik talebi aynılık talebi değil ki. Zaten, her kadın ve her erkek de birbiriyle aynı değil. Eşitlikten, kadınerkek tüm yurttaşların ve hatta yurttaşlık kavramının sınırlarını genişletirsek, memlekete gelmiş göçmenlerin bile temel hak ve özgürlüklerden eşit bir şekilde yararlanması kastediliyor. Tüm yurttaşların temel kaynaklara eşit ulaşım imkânına sahip olmasına değiniliyor. Ayrıca, eğer eşitliğin anlamı iktidarlara göre kayacaksa işimiz çok zor. Kemalist yaklaşım başörtülü kadını dışlarken, bugünkü iktidar kadınların fıtratı açıklamasıyla kadınların haklarını ve hareket alanlarını din çerçevesinde kısıtlıyor. Bu hal, iktidarlara göre kadının anlamı değiştikçe, hakları da değişecek anlamına geliyor. Kıssadan hisse, birbiriyle sürtüşürken sürekli kadınları kullanan iktidarların kadın parametreleriyle, kadınlar için adaletin gelemeyeceği oldukça açık. Peki kadınlar birbiriyle erkek egemen dil noktasında anlaşan iktidarlardan ne istiyorlar?


Kadın hareketinin talebi
Erkek egemen dile sahip iktidarlar birbiriyle sürtüşe dursun, kadın hareketi sadece belli bir grup kadına karşı değil, farklı kesimlerden gelen farklı kadınlara yapılan her türlü ayrımcılık ve şiddete karşı durdu. Bununla da sınırlı kalmadı, erkeklerin ataerkil sistemde ezilmelerini konu aldı. Erkeklerin üzerindeki yükü aktaran birçok çalışmada hareketle bağlantılı olan kadınlar ve harekete yakın erkekler tarafından kaleme alındı. Kısaca, toplumdaki farklı nedenlerle oluşan cinsiyet meselelerinin üzerine eğildi.

Her gün ortalama 3 kadının öldürüldüğü kadın cinayetleri hakkında da İstanbul Feminist Kollektif geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği basın toplantısıyla “Acil Önlem” taleplerini şöyle sıraladı:

“- Başta Başbakanlık olmak üzere, İç İşleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Aileden ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı, Emniyet Müdürlüğü, mahkemeler, savcılıklar, valilikler ve belediyeler yani tüm ilgili kurumlar tarafından

-Kadın-erkek eşitliği tartışmaya açılmaksızın fiili olarak hayata geçirilsin.

-Kadınlara yönelik her tür şiddet, baskı ve ayrımcılığın önüne geçmek ve kadınların yaşam haklarını garanti altına almak üzere gerekli tüm adımlar atılsın.

-Kadın örgütleriyle birlikte kadın cinayetlerinin sona ermesi için acil bir eylem planı hazırlanarak uygulamaya geçirilsin.

- Kadın cinayetleri davalarında ‘haksız tahrik indirimi’ =’erkeklik indirimi’ uygulanmasın.

- Şiddet gören, ölümle tehdit edilen kadınlar karakol, adliye, jandarma kapılarından ‘aile meselesi’ denerek geri gönderilmesin, tüm yasal haklarını kullanmalarının sağlanması yanında özel önlemler alınarak koruma altına alınsın.

- 2006/17 sayılı Kadın ve Çocukları şiddetten korumak için çıkartılan Başbakanlık Genelgesi uygulamaya konulsun.

- Sığınma evlerinin sayısı 38’den ivedilikle 3800’e, kısa sürede her 7500 kişilik nüfusa bir sığınma evi düşecek sayıya getirilsin.”

Bu 25 Kasım'ın şiddetsizliğe vesile olması üzerine çağrı!

Kadına karşı şiddetin sistematik yanının ortaya çıktığı en anlamlı örneklerini 25 Kasım’lardan başlayarak vermek istiyorum. Geçtiğimiz 25 Kasımların bazıları, devletin kadına yönelik şiddeti normalleştirmesini kanıtlarcasına traji-komik bir şekilde yaşandı. Olan olaylar dehşet verici olmasına karşı, günün anlamını öylesine yeniden hatırlatıyordu ki, her iki olayda da içimden kapıldığım dehşet karşısında bir direniş olarak gülmek geldi.

Doğru hatırlıyorsam iki sene kadar önceydi. Kadınlar her 25 Kasım’da olduğu gibi bu sefer de şiddete karşı etkinlikler çerçevesinde yürüyüşü de düşünmüşlerdi ve gerekli izinleri almışlardı. Ancak ellerinde pankart, fotoğraf makinası, şahsi çantalarından başka birşeyleri olmamasına karşın, tam İstiklal Caddesi’nde yürüyüşe geçecekleri sırada polis barikatıyla karşılaştılar. Öyle bir barikattı ki bu, panzer bile polislerin arkasındaki mekanik görevine çekilmişti... Bu engelleme karşısında kadınlar kaçmadı. Şiddet karşıtı oldukları için polise de saldırmadı. Bir anda sloganlar atıp şarkılar söylemeye başladılar. Polis bu eylem biçimi karşısında ne yapacağını şaşırmış dururken, Taksim’den geçen meraklılar kalabalığın nedeni sormaya başladı. Kadınlar kadına karşı şiddeti engellemekle ilgili mesajlarını bu kişilere de aktardı. Bu açıklamalar ve eylem biçimi bazılarının hoşuna gitmiş olacak ki, kalabalık büyüdükçe büyüdü ve sonunda eylem İstiklal Caddesi’nin girişde bir coşkuya dönüştü.

Aktaracağım ikinci 25 Kasım ise gerçekten vahşiydi. Geçen sene, kadınlar kadına yönelik şiddeti Galatasaray Meydanı’nda kurdukları bir fotoğraf sergisiyle de aktarmayı planladılar. Gene gerekli izinler alındı ve sergi açıldı. Bu sefer sivil polisler, önce sergiyi kaldırmak istediler. Kadınlar izinli olduklarını belirtmesine rağmen, hiçbir güç onları engelleyemedi ve sergiyi yıkıp, parçaladılar. Bu vahşi kırıp parçalama sahnesi bana ilkokullardaki resmî törenlerde temsili düşman saldırısını hatırlatır. Hatta zaman zaman “polis kadına yönelik şiddetle mücadele gününü temsili olarak kutladı!” diye düşünürüm. Gerçekten ürkütücüydü...

Neyse ki, her iki olayda da ne halktan ne de polisten kimse yaralanmadı. Sadece bir memleket hali olarak şaşkınlık, haksızlık ve hüzün kaldı geriye... Cinayetlerin artması esas acıyı hissettiriyor yüreklerde elbette... Bu satırları yazdığım sırada bile acı hissettiren başka bir olay daha oldu. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu Kadın Sekreterliği, İnsan Hakları Derneği ve Ankara Barış İçin Kadın Girişimi’nin öncülüğünde erkek şiddetine karşı ve barış çağrısıyla İstanbul ve Hakkâri’den başlatılan Ankara yürüyüşü polislerce şiddet kullanılarak engellendiği haberleri de gündemdeki yerini aldı.

Bu yaşananlar karşısında cinsiyet ayrımcılığına karşı politik istikrara ihtiyacımız var. İstanbul Feminist Kollektif’in talepleri gerçekleştirilmesi zor talepler değil. Gerçekleştirilmesiyle, cinsiyet ayrımcılığı ve şiddet bir anda bitmeyecek olsa da, meselenin sistematik tarafı ciddi bir şekilde sorgulanmaya başlayacak. Dilerim bu adımlar bir an önce atılır. Dilerim bundan sonraki 25 Kasımlar şiddetsiz anılır, şiddetin azalması için bir başlangıç olur, kadınlar, çocuklar ve erkekler öldürülmez. Kimsenin biricik hayatı atık olmaz...

1-Markar Esayan, Taraf Gazetesi, 11 Kasım 2010,

2-Eva Lundgren (2009), Şiddetin Normalleşme Süreci, çeviren: Berna Ekal, İstanbul: Reng Ahenk Sanatevi Yayınları.

3-Deniz Kandiyoti “ataerkillikle pazarlık” kavramını ‘Erkeklerin paradoksaları’ makalesinde kullanmıştır. (1996, ‘The Paradoxes of Masculinity: Some Thoughts on Segregated Societies’, in A. Cornwall & N. Lindisfarne (eds.), Dislocating Masculinity: Comparative Ethnographies. London: Routledge, p: 197-213.)

Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

nilmutluer@gmail.com


Kaynak:Taraf Gazetesi(http://www.taraf.com.tr/haber/25-kasim-yaklasirken-kadinlarin-atik-hayatlari.htm)